30.07.2011

Kelebekler

Özenmişsem kelebeklere,
Olacaksa benim de kanatlarım 
Ve kırlar da mekanım 
Özgürlük diye,
Çarpacaksa sol yanım.
Allah'ım, 
Ol de, 
Ben de kelebek olayım !

Mevlana

-

bir zamanlar 
''ya kelebek değilsem?''
diye ne kadar korkmuştum
  
İ. Tenekeci

Edİp Cansever'e


Kapalıçarşı esnafı tedirgin
Yangın ha çıktı ha çıkacak
numara otuzikide bir şiir döküm evi
Başlarında umursamaz bir Edip
Yakar durur şiirini
Yakar gibi koca bir şehri

Ve boşuna değildir 1954 yangını
Ya o yangın çıkmasaydı

Cemal Süreya'ya

Sen kimsin be adam!
Dört kez evlenmişsin
Yine de sapıyla severmişsin kadını
Yirmi dokuz da ev değiştirmişsin
Daha baştan kiracısın bu dünyada
Gezersin,o sokak senin bu sokak benim
Aslında her sokak senin
Üstünde bu beyaz pardesü
Cebinde sahipsiz mektuplar

Sen kimsin be adam
Sigaranda bir Cemal Süreya
Tüttürmektesin

28.07.2011

ahmet çuhacı


eski iyi değildi
şimdinin hükmü yok
yarını bilemem


Düştüğü ve Doğduğu Gibi

Sormayın ‘bir yağmur tanesi ölür mü?’

Elbet ölür
Düştüğü gibi dünyaya
- ki bu toplu bir intihardır, adına sel denir bazen -
Gömülür o en kadim ananın kucağına
Bilinmeden daha kimliği
Nereden gelip nereye gitmek istediği
Söylese bile hatırlanır mı ilk yağmur yağışında
Bilinir mi henüz tefsir edilmemiş derdi

Elbet ölür
Doğduğu gibi dünyaya
Ve onu henüz tanıyamadan
- oysa dünya zorlu ve sert bir kara parçasıdır sadece-
Ve bilmeden
Sevenlerin gönüllerinde neleri uyandırdığını
Bir dokunuşu, bir kokuyu
Dahası bir aşkı
Yine de boşa değildir bir yağmurun yağışı

27.07.2011

Fuzuli' ye sitem

 
Ve aslı olmayan bir şeye,
Beni bunca yıl inandırdı diye,
Dargın öleceğim Fuzuli ye..

Küçük Prens



-Günaydın, dedi Küçük Prens.
- Günaydın, dedi satıcı.
Adam susuzluğu gideren çok etkili haplar satıyordu. Haftada bir tane yutunca artık canınız bir şey içmek istemiyordu.
- Neden satıyorsun bunları? Diye sordu Küçük Prens.
- Zamanı çok ölçülü harcıyor insan bunlarla, dedi satıcı. Uzmanlar hesapladılar. Haftada elli üç dakika biriktiriyorsun.
- Peki bu elli üç dakikayı ne yapıyorsun?
- Canının istediğini..
“Benim“, dedi kendi kendine Küçük Prens, “Harcayacak elli üç dakikam olsaydı, yavaş yavaş bir çeşmeye doğru yürürdüm..“

26.07.2011

Tel Cambazının Tel Üstündeki Durumunu Anlatır Şiirdir


sizin alınız al inandım
morunuz mor inandım
tanrınız büyük amenna
şiiriniz adamakıllı şiir
dumanı da caba
dumanı da caba

bütün ağaçlarla uyuşmuşum
kalabalık ha olmuş ha olmamış
sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum
ama sokaklar şöyleymiş
sokaklar şöyleymiş
ağaçlar böyleymiş
sokaklar şöyleymiş
ağaçlar böyleymiş

ama sizin adınız ne
benim dengemi bozmayınız
ama sizin adınız ne
benim dengemi bozmayınız

sokaklar şöyleymiş
ağaçlar böyleymiş
sokaklar şöyleymiş
ağaçlar böyleymiş

aşkım da değişebilir gerçeklerim de
pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı
yan gelmişim diz boyu sulara
hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
hiçbirinizle döğüşemem
siz ne derseniz deyiniz
benim bir gizli bildiğim var
sizin alınız al inandım
morunuz mor inandım
ben tam kendime göre
ben tam dünyaya göre
ama sizin adınız ne
benim dengemi bozmayınız

sokaklar şöyleymiş
ağaçlar böyleymiş...


Gece Duası

Başımı yastığa koyduğumda
‘hadi düşün beni’ dedi bir ses
Düşündüm
Çok düşündüm
Bilinmeyenler ülkesinde
‘düşün’ iline vardım
Varınca bir meydana oturup dua ettim
Yalvardım
‘Allah’ım
Beni kendi düşüncemden koru
İndir kucağımdan geceyi
İndir ki artık uyuyayım
Sen indirmeden yıldızlarını’
Yine de insanoğlu seviyor aklının almadığını
Söz geçiremediği sesleri.

Göğe Bakma Durağı



SENİN BU ELLERİNDE NE VAR BİLMİYORUM
TUTTUKÇA GÜÇLENİYORUM
KALABALIK OLUYORUM...


25.07.2011

Eda, bir çöl ahusu...

hani o şarkılarda geçtiği gibi,hem bükülü ipek hem iğne oyası...




20.07.2011

Dünyaya Neden Geldik

Tüm insanlar yaratıcının tinsel birer çocuğudur aslında. Yaratıcı hepimizin topraktan bedenine kendi ruhundan üflemiş, hepimize kendinden birer parça bahşetmiş ve yeryüzüne indirmiş. İnsan, en başta da Adem, daha en başta biliyordu tabi yaratıcının çocuğu olduğunu. Ama bu bilince vakıf olmak kâfi değildi hiçbir zaman. Bir şeyi bilmek ve tecrübe etmek farklı şeydir. Bir insan ne kadar iyi bir insan olduğunu bilse de bunu tecrübe etmedikten sonra iyi bir insan değildir pratikte. Bir çocuğun kendi zekâsının farkında olup yine de bunu tecrübe etmeyip sınavlarından kötü not alması gibi. Bu örnekten yola çıkarsak ‘hayat bir okuldur’ denir de durur. Hayat bir okul bir öğrenme yeri değildir dostlarım, tabi kendi fikrimce. İnsan olarak biz her şeyi biliyoruz zaten, yaratıcının ruhundan parça taşıdığımız için. Ve zaten bildiğimiz bir şey için okulda dirsek çürütmeyi hangi çocuk ister. Tüm esma Âdem’le birlikte indirilmişti zaten. Tüm bilinç hazırdı el altında. Tam da bu noktada Sokrates de bir anlamda haklı çıkıyor edinilmiş bilgiyi yadsıyarak ve en temel şeyin var olan bilgiyi nasıl ortaya çıkaracağımız olduğunu savunarak. Biz öğrenmeye gelmedik dostlarım. Biz bildiğimizi hatırlamaya ve sonrada bildiklerimizi tecrübe etmeye geldik. Âdem zaaflarına kapılıp, bildiğini unutup yasak meyveyi yediği zaman ona hatırlatmak gerekti. Gerekti ve dünyaya, bu fiziksel everene gönderildi. O gün bu gündür insanoğlun tek arzusu tüm bildiğini fiziksel deneyime dönüştürmektir.  Fiziksellik ise zaten bildiğimiz kavramları deneysel olarak bilmenin en yararlı yoludur. Bu bağlamda Adem’in dünya ya gönderilmesi bir ceza değil bir fırsat, bir hatırlatma gayesidir. Olanı bildirme çabası bir nevi. Peki, kolay mıdır bu zaten olanı bilme işi. Olmasa gerek. Olanı anlamak için olmayanı bilmek gerekir. Tıpkı neptün’ün keşfindeki gibi. 1821 yılına kadar uranüs’ün yörüngesine dair yapılan araştırmalarda her şey olması gereken gibi ve Newton kurallarına uygundu. Fakat o tarihten sonra eski ve yeni araştırmalar arasında azımsanmayacak bir farklılık olduğunu görmüşler fakat bu var olan sapmaların nedenini sağlam bir zemine oturtamamışlardır. Ele gelir tek sav bilinmeyen yeni bir gezegenin uranüsün yörüngesini değiştirmesiydi. Bilimciler genelde bu sav üzerinden gittiler. Yine de bu yeni gezegenin saptanması devrimsel sayılabilecek çalışmalar sonunda olabilirdi ve acilen yapılan araştırmalara göre Neptün 1846 yılında keşfedildi. Sonuç olarak bilimciler var olan bir problemin yani yörüngedeki sapmaların nedenini olası fakat kesinleşmemiş bir sav üzerinde durarak bulmuşlar ve Neptün’ü keşfetmişlerdir.
Olan ve olmayan iç içedir her zaman. Salt iyinin olduğu bir evrende iyi olanı fark etmek sadece kötülüğün de mevcudiyetiyle mümkündür. Neale Donald Walsch ‘in kitabından alınan şu örnekte de olduğu gibi;

Bir zamanlar kendisinin ışık olduğunu bilen bir ruh vardı. Yeni bir ruhtu ve deneyimlere açlış duyuyordu. "Ben ışığım" diyordu. "Ben ışığım" ama ışık olduğunu bilmesi ve söylemesi deneyimin yerini tutmuyordu. Ruhun çıktığı kaynakta yalnızca ışık vardı. HER ruh yüceydi, her ruh harikuladeydi ve her ruh benim ışığımın göz kamaştırıcılığıyla parlıyordu. Bahsettiğim minik ışık güneşte bir mum gibiydi. Kendisinin de parçası olduğu Büyük Işığın ortasında kendisini göremiyor KİM ve NE olduğunu deneyimleyemiyordu.
Minik ruh kendisini bilme arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Arzusu öyle büyüktü ki, bir gün ona, "minik ruh, bu arzunu gerçekleştirmek için ne yapman gerektiğini biliyor musun?" dedim.
"Oh, ne yapmam gerekiyor Tanrım? Ne? Her şey yapmaya hazırım!" dedi küçük ruh.
"Kendini bizden ayırmalısın ve kendine karanlığı çağırmalısın" dedim.
"Karanlık nedir?" diye sordu minik ruh.
"Sen olmayan" dedim ve ruh anladı.
Ve ruh kendini bütünden ayırdı. Bir başka boyuta geçti. Bu boyutta ruhun kendi deneyimi için her türlü karanlığı çağırma güü vardı.
Ruh karanlığı çağırdı ama karanlığın tam ortasında haykırmaya başladı:"Tanrım, Tanrım beni niye unuttun?"


Bu nedenle karanlığa ışık olun, karanlığı lanetlemeyin. Siz olmayan şeyle çepeçevre kuşatılmışken kim olduğunuzu unutmayın. Değiştirmek isterken bile yaratıcılığınızı taktir edin. En zorlu anlarda yaptığınız seçimlerin en büyük zaferleriniz olacağını bilin. Yarttığınız deneyimler kim olduğunuzun ve kim olmak istediğinizin göstergesidir.


Neale Donald Walsch

Kendimizi tecrübe etmek için geldiğimizi unutmamalıyız. Bu belki bir sorumluluk ve fazladan bir çabayı gerektirir. Ama kendimizi bilmekle yetinmeyerek hepimizde var olan o tanrısal iradeden bir parçayı tecrübe etmeliyiz. Yani kendimizi. Böyle böyle biçimlendirmeliyiz. Yapmalıyız önce ama sonra yıkmalıyız belki yeni yeni tecrübe edecek bir şeylerin var olduğunu bilerek. Tek gayesi kendini bilmek ve dolayısıyla Allah’ı bilmek O’na ulaşmak olan tasavvuf öğreticilerinin ‘Olmak için ölmek’ dediği gibi ölmeliyiz ama her defasında kendimizi biraz daha bilerek hatırlayarak ve yeni doğmuş gibi.

16.07.2011

Tasvire Şayan Çocukluğum VI: Ne Olmak İsterdim

Belki de mimar olmalıydım, sizler, yani artık benim kimya mühendisi olduğumu bilenler ‘artık çok geç diyeceksiniz’ ama önemli değil, azıcık geriye dönmemin kimseye zararı yok, hem birazcık tasvire şayan çocukluğumdan bahsedersem bu belki’ li cümlelerime siz de hak verirsiniz. Şöyle ki, köyde geçirdiğim çocukluğumda çok oyuncağım olduğunu söyleyemem. Oyuncaksız ve oyunsuz da olmaz, el mahkûm kendi oyuncağımı kendim yapmaya başladım. Neyle ve nasıl başladım bilemiyorum net. Ama ilk aklıma gelenler çocukluğum boyunca babaannemin ilaçlarından yaptığım arabalar olur. Kullandığı ilaçları kutularından belleyen babaannem zamanında benden çok muzdarip olmuştur muhtemelen. Benim için bu ilaçların arasında en kıymetlisi ise ‘talcid’di. Göreceli olarak daha büyüktü diğerlerinden çünkü. Bir yapıştırıcı gerekirdi tekerlekleri için. Onu da Kamber aga’nın bakkalından temin ederdik. Kamber aga mahallemizin kadim bakkalıydı. Çok şey satmazdı bakkalında ama bilirmiş gibi ‘uhu’ bulundururdu her ihtimale karşı. Bu yapıştırıcıları elime geçen kutulardan ev maketleri yaparken de kullanırdım zaman zaman. Ve o evlerde bir çatı katı ve büyükçe balkonlar kondurmayı ihmal etmezdim hiçbir zaman. Bazen de veranda. Biraz daha geriye gidersek, kendime bir masa bulup etrafını battaniyeyle kapatıp kapalı bir oyun alanı inşa ettiğimi hatırlarım. Kendi yarattığım bu alanda- ya da evcik diyelim çocuk dilinde- saatlerce oturup yine kendi yaptığım oyuncaklarla oynardım. Bu şekilde köyün çeşitli yerlerinde oluşturduğum başka başka yaşama alanları da mevcuttu tabiî ki. Bahçedeki dut ağacının tepesine abimle yaptığımız ağaç ev en güzel örneklerden biri bence. İki oda bir tuvalet… Her bir oda yaklaşık yarım metrekare genişliğinde tahta zemin üstüneydi. Tuvalet ise sokağa uzanan bir hortumdan ibaretti. Yaz olup da tarlaya gittiğimiz günlerde ise gündöndü demetlerini birbirine dayayarak oluşturduğum Kızılay çadırıvari çadırlar dikerdik güneşten korunmak için. Yetmezdi evin bahçesine tuğlaları üst üste dizerek oluşturduğum dört duvarın üstüne bir de çuvallardan çatı yapardım. Bunları bana yaptıran neydi bilmiyorum ama kimya mühendisliği olmama sebep olan şeyler olmadığı kesin. Yine de barakaların, yapıların binaların geleceğimi olmasa da geçmişimi süslediği kesin.

ÜLKE



işte Cemal Süreya'nın en sevdiğim şiiri...











Saat Çini vurdu birden: pirinççç
Ben gittim bembeyaz uykusuzluktan
Kasketimi eğip üstüne acılarımın
Sen yüzüne sürgün olduğum kadın
Karanlık her sokaktaydın gizli her köşedeydin
Bir çocuk boyuna bir suyu söylerdi. Mavi.
Bir takım genç anneleri uzatırdı bir keman
Sen tutar kendini incecik sevdirirdin
Bir umuttun bir misillemeydin yalnızlığa

Yalnız aşkı vardır aşkı olanın

Ve kaybetmek daha güç bulamamaktan
Sen yüzüne sürgün olduğum kadın
Kardeşim olan gözlerini unutamadım
Çocuğum olan alnını sevgilim olan ağzını
Dostum olan ellerini unutamadım
Karım olan karnını ve önlerini
Orospum olan yanlarını ve arkalarını
İşte bütün bunlarını bunlarını bunlarını
Nasıl unuturum hiç unutamadım
Kibrit çak masmavi yanardı sesin
Ormanlara ormanlara yüzünün sesi
En gizli kelimeleri akıtırdı ağzıma
Şu karangu şu acayip şu asyalı aşkın
Soluğu kesen ağulayan ormanlarında
Yaşadım o kısa ve korkunç hükümdarlığı
Ve çarpıntılı yüreğim saçlarının akıntısında
Karadeniz'e karışırdı ordan Akdeniz'e
Ordan da daha büyük sulara

Geceyse ay hemen tazeler minareleri

Kur'an sayfaları satılan sokaklardan
Ölüm bir çeşit sevgiyle uçar
Ölüm uçar çocuk yüzlere
Ben o sokaklardan ne kadar geçtim
Damağımda dilinin yosunlu tadı
Önce buğulu sonra cam gibi parlak sonra buğulu yine
Bir takım tavşanları andıran bir takım su hayvanlarını
Pazartesi günlerini ve haftanın öbür günlerini
Yani salı çarşamba perşembe cuma cumartesi

Bir başak ufak ufak bildirir Konya'yı

O başakta o Konya'da seni ararım
Ben şimdilerde herşeyi sana bağlıyorum iyi mi
Altın ölçü çift ölçü ve altın karşılıksız
Para basma yetkisini Fırat'ın suyunu Palandöken'i
Erzincan'ın düzünü asma bahçelerin dibini
Antalya'nın denizini o denizin dibini
Beş türlü yengeç yaşıyan sularında
Çağanoz adi pavurya çingene pavuryası ayı pavuryası bir de çalpara
Bilinir ne usta olduğum içlenmek zanaatında
Canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını
Sen kalabalıkta bulup bulup kaybettiğim kimya
Yokluğun gayri şurdan şuraya geldi
Bir günler şölenlerle egemen ülkende
Şimdi iri gagalı yalnızlıklar dönüyor
N'olur ağzından başlıyarak soyunmaya
Bir kez daha sür hayvanlarını üstüme üstüme
Çık gel bir kez daha yıkıntılardan
Çık gel bir kez daha bozguna uğrat

12.07.2011

Ankara'dan Giderken

Ankara’dayım hala. Ankara’yı bilenler için kendimi, daha doğrusu içinde bulunduğum hissiyatı daha iyi betimlemek için belirtmeliyim ki; şu an ‘Kurtuluş’un en yüksek yerinde konumlanmış bir evde, evin salonunun penceresinin önündeki masada oturuyorum. Pencere ahşap. Pvc olsaydı eğer ortam ve durum bu kadar etkileyici olmazdı diye düşünüyorum. Tam karşımda hiç gidemediğim Ankara kalesi kırık dökük ama dimdik hala. Biraz daha solumda ise anıtkabir. Ankara’da iki Rumelili diye düşünüyorum bu sefer de. Kendimi Atama biraz daha yakın hissediyorum. Güneş ise kalenin ve atamın kabrinin tam ortasında bir yerde batmak üzere. Güneş hemen başının üstündeki cumulus bulutlarının kendisinden yana sınırlarını kızıllaştırıyor. Biraz da mor katarsak tasvire daha doğru olacak gibi. Anlayacağınız her şey bir ahenk içinde. Bir şeyler yapmalı etmeli diyorum bu görüntüyü hapsetmeli beynimizin bir yerlerine. Yalnızlığımı da fırsat bilip tüm duyularımı gözlerime hibe edip başlıyorum içime çizmeye belki de kazımaya. Nemelazım bir gün özleyeceğim tutar. Böyle diyorum diye yanlış anlaşılmasın Ankara hakkındaki fikirlerim o kadar karışık ki. Bir yanım gitmek ister buradan. Diğer yanımınsa almış başını melankoli. Gitmek istiyorum çünkü Ankara’yı memleketimden daha sarı yapan bir şeyler var. Kışlarınıysa daha soğuk. Oysa her iki şehir karasal iklim kuşağında yer alıyor coğrafya bilimine güvenirsek. Ankara ‘nın bu sarı sıcak halleri memurların bezginliğinden mi, işçilerinin solgun benizliğinden mi, bir yanı benim gibi Ankara’ya alışmak zorunda hisseden misafirlerinden mi bilmiyorum. Belki de havadaki fazla kükürt oranından bilemiyorum. Bir şeyler hep sarı ve böylesi bir sarı benim gibi buğday başaklarına ve ayçiçeği yapraklarına alışkın misafirler için kendimizi bu misafir topraklarda rahatsız hissetmek için fazlasıyla geçerli bir sebep. Soğuğuna gelince; tam bu noktada yine coğrafya kitaplarında yer almayan ve sebebi tam olarak anlaşılmamış bir soğukluk söz konusu. Ben bunun nedenini bu şehre gereğinden fazla ciddiyet yüklenmesine bağlıyorum. Ankara sadece çocuk bayramlarında ciddi olmak zorunda olan bir çocuk değil maalesef. O hayatının her günü ciddi olmak zorunda olan bir çocuk benim nazarımda. Elimden bir şeyler gelse keşke. Ya da gelseydi. İşte tam da böyle ya sarı sıcaklığından ya da beyaz soğukluğundan yakındığım zamanlarda şiirlere sığındım. Zaten şiirle de Ankara da tanıştım desem yalan olmaz. Hani dillere pelesenk olmuş şu dizeler mesela; Ankara’ya öyle yakışırdı ki kar, buz tutardı resmi yalanlar… diye devam eden bir yılmaz Erdoğan şiiri ya da ‘’bende tarçın sende ıhlamur kokusu yürürüz başkentin sokaklarında’’  diye başlayan Cemal Süreya şiiri. Hiç olmadı akla bir Ahmet Telli şiiri takılır: ‘’gidenler nerde kaldılar özledim gülüşlerini, bir şehri güzelleştiren yalnız onlardı sanki’’.

Ankara’dan gidenler çok oldu ve her biri Ahmet telli’yi haklı çıkartacak kadar güzel gülerdi. Tüm o kükürtlü havayı tüm o cumulus bulutlarını sırıyıp güneşi getiren açtıran, bu şehri de güzelleştiren onlardı sanki. Yoksa ben bir pencere dibinde oturup sadece Ankara için içlenecek adam mıyım? Ankara kendi başına da iyi gider tabi böylesine bir manzara karşısında fakat tüm o özlenenler rakısı değil midir bir kavunun. Efkârı değil midir benim şu önünde oturduğum masanın? Bir de öyle zordur ki kavun bitmeden önündeki rakının alınması, hesabın getirilmesi. Geçmişim olan, yaşanılan her bir şeyin ve belki de yarım kalmış bir şeylerin özeti olan o rakı bardağının öylece kaldırılması öyle koyar ki adama hele ki en somut örneğiyse Ankara’yı sevme nedenimin, sevdiklerimin.

Ver Elini

Ankara’da geçirdiğim bu son günlerde, işte içimdeki o ‘uzak olma’ hissini bastırmak bir yana dengeleyemediğim bu akşamüstünde Ankara’nın en güzel vaktinin göğün yüzünün mahcup mahcup kızardığı bu vakitlerin olduğuna bir kez daha kanaat getirdim. Gün batımının odamın penceresine nail olduğu ve sıkıcı beyaz duvarlarına renk kattığı işte bu vakit ne de güzeldir. Ankara’ya tepeden bakmak elimdeki kahveyle, yaşadığımı düşünmek ve sevinmek tam bu noktada. Bazen de Ankara’ ya, ankaranın taşına çarpıp geri dönen şarkılar eşlik eder bana.

Artık bu aşk adam olmaz,
İster sakla ister at.
Okula boşuna gitmişim demek,
Bir derste öğretti, hayat.
Ver elini güzelim
Gidelim buralardan,
Gidelim başka denizlere.
Ver elini güzelim
Gidelim buralardan,
Gidelim yalansız bir yere.
Ben bu dersten çaktım hocam,
Defterinden beni sil,
Tenefüste baktım hocam,
Benim dünyam bu değil.
Ver elini güzelim
Gidelim buralardan
Gidelim başka denizlere.
Ver elini güzelim
Gidelim buralardan
Gidelim yalansız bir yere.