29.09.2010

Kimse Bilmez Ne Çektiğimi


ve aşk iki kez geldiğinde
ve iki kez yalan söylediğinde
bir daha asla sevmemeye karar verdik,
böylesi adilaneydi,
bize ve aşkın kendisine.

ne merhamet dileniriz ne de
mucize;
yaşayacağız,
öleceğiz, sinek
öldüreceğiz, boks maçlarına
ve hipodromlara gideceğiz, hayatımızı
sırf talih ve yetenekle sürdüreceğiz.

27.09.2010

Pazaryeri

Ankara denen bu şehirde
Yıllardan 2010,akşamlardan en huzurlusu

Eskisi gibi bloğuma uğrayamıyorum, malumunuz sonunda dersler başladı. henuz derslerimin yarısını alamamış olsam da… Neyse aslında bloğuma eskisi gibi uğrayamam kendime de uzak kalışım demek bir nevi -bunun da farkındayım-. Çünkü ders çalışmalıyım, teknik seçmeli almalıyım, bir şey ‘’design’’ etmeliyim, kısacası zorlamalıyım kendimi istemediğim şeyleri yapmak için. En sonunda da kimsenin yeniden dizayn edemediğini bir sistemin en ortasında sıradan bir parça olmalıyım. Çark dönmeli ne de olsa. Çark döne dursun da ne çok şey ezilip yitiyor bu çarkın dişlileri arasında. Unufak olup tozumakta burnumuzun dibinden.
Çark henüz her şeyi toz duman etmemişken, ortalığı toza dumana katmamışken kendimi bir pazaryerinde buluverdim. Yanımda kadim. Görücüye çıkmış envai çeşit sebze meyve… Ayaş güzeli domatesler, mübarek misk-i amber misali kavunlar, yeşili yeşil bahar kokuşlu otlar. Dalından koparılmış şeftaliler, vakti gelmiş mandalinalar, salkım salkım üzümler. Ve her birini uzatan, sunan, dizen o eller… Ekmeğinin derdine düşüp kendi terinde boğulmaya dünden hazır ve nazır insanlar. Kimisi hayatının baharında kimi kendi yokluğunun arifesinde ,yoklukla yoksullukla boğuşup durmakta. Zamanın yüzünde açtığı derin yarıklarda alın teri usulca seyrediyor gibi. Ve her birinde eve ekmek götürme endişesi ve talaşı ‘’gel abi Ayaş domatesidir’’, ’’kaç kilo vereyim abi’’…derken, daha doğrusu denilirken’’kavunun böylesi zor bulunur’’,diyen ağabeyin de ısrarıyla elimizde bir parça kavunu kemirirken ayrılıyoruz kavun tezgâhından. O ne koku, o ne lezzet… ‘’ Al dene abi almasan da olur’’ diyen bir ağabeyin tezgâhından da bir kilo mandalina alıyoruz, bir de ucuz diye bir kilo üzüm. Salkımdan bir kaç tane tadıyorum tozlu kirli demeden, kadimin uyarmasına aldırmadan. Mandalinadan yemiyoruz şimdilik. Onlar hasta ziyareti için. Onlar da bir o kadar lezzetlidir diye umuyoruz.
Tezgâhların arasından çıkışa doğru seğirmişken ezilmiş, çürümüş, sonunda atılmış meyveler, sebzeler gözüme takıldı. İçimden dedim ki’’dünya bir pazaryeri’’. En az ölüm ve yaşam kadar keskin bu tezat düşündürdü beni uzunca süre. Dünya da bu pazaryeri gibi işte; bir yanı bahar kokar ıtır ıtır, bir yanı çürük kokusu. Bir yanda renk renk meyve, sebze diğer yanda vakti geçirilmiş, şu ahir zamanda görüp geçireceğini çoktan bitirmiş, çoktan pazarın çıkışında dikkate şayan olmayan bir köşeye layık görülmüş, atılmış, ezilmiş olanları. Bazen satıcının dikkatinden kaçmış, çürümeye mahkûm edilmiş, bazense alıcısı bulunmamış, kimiyse daha dalından koparılmadan ıskartaya ayrılmış… Özenle yetiştirip sunduğumuz her bir şeyin- ister bu bir mandalina olsun, ister kabak, ister salatalık. İster adına sevgi diyelim, ister aşk. Dostluk olsun ya da mutluluk-bir alıcısı vardır dostlar, her biri emek ister bilirim. Bu yüzden ucuz olmasın hiç biri ama biz ucuza verelim kendi rızamızla. Zamanı geçmeden, dalında solmadan bir köşeye atılıp unutulmadan… Alan da veren de insanoğlu işte. Ne biz azıksız kalalım ne de veren aç.

24.09.2010

YARALI KUŞ
















...
İçimin kuytususun aman aman
Güllerin uykususun
Bir sevda türküsüsün, söyle viran olayım
Bırakma ellrimi aman aman
Ağlarım çocuk gibi
Dışarda kuş sesleri, sen kaybol ben bulayım
...




the photograph copyright@herdemhemdem:)

KALEM DİLE GELİRSE

Ankara denen bu şehirde
Yıllardan 2010 ve akşamlardan en güz güzeli

Yazacak çok şey var yine, yazmak külfet değil de, okuyucuya eksik vermek anlatılanı ve sonunda yanlış anlaşılmak. Ne olacak bu endişeler peki? İşte ben bunları düşünedurayım, kalemim çoktan hokkaya girmiş, çoktan işe koyulmuş bile. Şöyle buyurdu kalem ‘’beni benden sor’’. Dedim ‘’pekâlâ, sen de kimsin, anlat hele? Nerden gelip nereye gidersin? Madde misin yoksa mana mı? Kalem atıldı’’Ben kadim zamanlardan kalma basit bir isimim-kalem-,cismim de öyle, madde gibi görünsem de esmayı mana ederim, önce beni tutan elin, eli kolu olurum, sonra gönlü, dili olurum. Okuyanın sadece gözünde kaldığım da olur elbet ama benim asıl işim gönülden gönüle akmaktır mana ırmağında. Utangaç, arsız, coşkulu, durgun… Bazen geçtiğim yerlerde reyhanlar biter bazense çınarlar devrilir. Kiminin kanı çekilir serinliğimden, kimine can veririm, Bazen güneşten daha yakıcıyım bazen ayaz olup buz kestiririm. Dinginliğim kimine rahat bir uyku getirir, kimilerine kâbus. Ama bil ki sana da okuyana da hep samimiydim. Ne okuyucuya iltimas geçtim ne de senin emanetine hıyanet. Gönülden aldığımı aynen gönüle ilettim. Çünkü ben biraz da senim, elin, kolun, dilin, gönlün…’’Dedim ki ‘’minnettarım sana, şimdi sana her şeyi anlatabilirim’’.
Bu kısa konuşmadan sonra anladım ki; anlatacaklarım belki eksik, belki yarım ama yanlış değil. Ben kalemime güvendikten sonra bu yanlış anlaşılma korkusu da yersiz.Kalemime güvenim arttı belki ama değişmeyen bir şey var hala; yazacak çok şeyin oluşu. Yazmalıyım.
Ve sen ey okuyucu, sen olmadan da yazmanın bir anlamı yok, biliyorum. Ama beni gözünle değil gönlünle oku, ateşimden ayazımdan korkmadan oku. Kalemimden süzülen her kelamın içinde ateşimden kaçacak bir çınar gölgesi, ayazımı ısıtacak bir ıtır var zaten, kâbustan sonra gelen derin uyku da seni bekler en sonunda. Canımdan can, kanımdan kan istersen, gönlünle oku.
Selametle…

22.09.2010

ANKARA

Ankara’da, sonunda şu küçücük yurt odamdayım. Henüz yeni girdim sayılır odama, eşyaları bırakmak için uğradığımı saymazsak, özledin mi diye sorarsanız, bu boş ve küçük odayı özlemedim. Amma velâkin, odamın Ankara manzarasını, ankara’nın da sarı sıcak şehir ışıklarını, onlara her baktığımda aklıma gelen yarın yamalak Ankara şiirlerini. Ve yağmuru… Özlemişim… Bu koca şehir gönlümü yaparcasına ve hoş geldin mahiyetinde, yağmuruyla öptü beni. Önce alnımdan sonra iliklerimden… Sevdiğimi bilirmiş gibi. Ve ben de Ankara’ya hoş bulduk diyorum Ankara prensi, Cemal Süreya’nın gönlünden kopan birkaç satırla

'Önce öp
Sonra doğur beni.'

Pencereden ayrılıp, çalışma masama geçtiğimde, giderken panoya bıraktığım birkaç toplu iğne selamlıyor beni. anlam veremiyorum gülüyorum sadece;’’ne bu şimdi, bana umut mu aşılıyorsun yoksa çalışayım diye, yine ders notlarımı iliştireyim eskisi gibi diye bir işaret mi bu, şimdiden mi? bismillah!’’.

’hani nerde kitaplar’’ diye meraklanıyor, yalnızlığı canına tak etmiş boş rafım. Kitap dediysek ‘’seperation processes, mathematical modelling in chemical engineering’ gibi kitaplar değil. Diğerleri… Unutmadım, getirdim birkaç tane. Ama bavulumda bir ara bavulları da açmam gerekiyor.

Yatağımda kitap okumayı özlemişim. Her iki haftada değişen beyaz yatak takımlarını serildiğin de özellikle. Annemi hatırlatan o yumuşatıcı kokusunu bir de.

‘Cattle’da su ısıtıp, ders çalışmalarımı, zaman zaman sabahlamayı, bunlar yer yer geçici hevesler olsa da.

Ders dedim de aklıma geldi; neydi o rezillik. Zaten hiç sevmediğim şu odtü’deki öğrenci işlerinden bir kez daha nefret ettim, sabah onda başlaması gereken ders kayıtları saat üç buçuk da başladı. Almam gereken dört dersten ikisini alabildim. Buna da şükür, ODTÜ şartları düşünülünce. Ve Allah kerim yarın diğer ikisini de almayı umuyorum. Sözüm ona zaman en önemli bir şey ama binlerce öğrencinin saatlerini hatta günlerini çalmaları neden? Saatler boyunca elimize geçenler ise şunlar oldu;

—Bağlantı zaman aşımına uğradı
—Register.metu.edu.tr sunucusu çok geç cevap veriyor
—Sayfa yüklenirken hata oluştu
—System is full
—Please try again later.

Evet denedik saatlerce usanmadan. neyse yine de arkadaşlar olunca daha bir çekilir oluyor bu saatler bile;
Huriye: tehlikenin farkında mısınız?
Bendeniz: ayrıcalık tanı huriye

Sonra nemi yaptım? İlk önce 198 YTL yurt paramı yatırdım çarşaflarımı almak ve odama yerleşmek için, sonra mustilere gittim, cerenle bir soluklanıp, hoşça vakit geçirdikten sonra, kolilerini almaya gittik. İşte yağmurda ıslanmamız da bu vakitler oldu. Güzel bir çay hak etmiştim. Bir de hoş sohbet. Odama döndüm ve bloğu yazdım şimdi dinlenme vakti bavulları yerleştirmeden ve odayı toplamadan önce. 
Hadi bakalım.

the photographer:herdemhemdem
the photograph: odtü-2. yurt önü

21.09.2010

Ve Günlerden Veda



Gecenin bir vakti… Odamdayım. Yalnızım. Güzel bir müzik ve bir fincan kahve… Evde geçirdiğim son gün. Ayrılık makamında çalarken müzik, ben de kadim anılarımın nöbetindeyim. Daha yazın nasıl geçtiğini anlamadan, şu kısa boylu hayatımın endazesini ölçmeye kalktım. Okkasıyla kıyasladım sonra. Ağır çekti. Boyuna nispeten ağırdı bildiklerim, öğrendiklerim, yaşadıklarım. Ve çoğunu ailemden öğrendiğim tüm bu şeyleri bu ihtiyar ev bir kez daha fısıldadı bu gece. Özlem yaklaşıyordu ne de olsa. Ayak seslerinin yankısıydı kulağımı tırmalayan. İşte sonunda güzelim şarkının da aklını çeldi bu tırmalayan ses. Dinledikçe içlendim. Ben içlendikçe, içim bana dar geldi. Kahve de boğazda takılı şimdi.
Ve bugün günlerden veda ama elbet su gibi gittiğim gibi su gibi dönmesini de bilirim.

Yeni bir ülke bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir. 
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın. 
Aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. 
Başka bir şey umma-
Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok.
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.



8.10 Vapuru / Cemal Süreya

 

Sesinde ne var biliyor musun
Bir bahçenin ortası var
Mavi ipek kış çiçeği
Sigara içmek için
Üst kata çıkıyorsun

Sesinde ne var biliyor musun

Uykusuz Türkçe var
İşinden memnun değilsin
Bu kenti sevmiyorsun
Bir adam gazetesini katlar

Sesinde ne var biliyor musun

Eski öpüşler var
Banyonun buzlu camı
Birkaç gün görünmedin
Okul şarkıları var

Sesinde ne var biliyor musun

Ev dağınıklığı var
İkide bir elini başına götürüp
Rüzgarda dağılan yalnızlığını
Düzeltiyorsun.

Sesinde ne var biliyor musun

Söyleyemediğin sözcükler var
Küçücük şeyler belki
Ama günün bu saatinde
Anıt gibi dururlar

Sesinde ne var biliyor musun

Söyleyemediğin sözcükler var.

19.09.2010

Kopan Bağ




Beraber yazı bitirip sonbaharı karşıladığım şarkı;
Kopan Bağ

Bu sevdaya düşeli,sen bir deli ben bir deli
Bu aşkın koptu teli,ne sen ağla ne ben
Ne vardı sevgimizde,kaybolduk bu denizde
Umutla sevgimizde,ne sen ağla ne ben
Boşa kaçtı aşk çağı,kurudu irem bağı
Koptu bizde aşk bağı,Ne sen ağla ne ben
Bu sevdaya düşeli,sen bir deli ben bir deli
Bu aşkın koptu teli,ne sen ağla ne ben

 Ezgi'nin Günlüğüü

Benim Aşk Pastam


''Onsuz yaşamayı düşünemediğin birisine, nasıl veda edebilirsin? Hoşçakal demedim.Hiçbir şey demedim. Sadece yürüyüp gittim. O gecenin sonunda... karşıdan karşıya geçmek için en uzun yolu seçtim.''

18.09.2010

Tasvire Şayan Çocukluğum III: Tarla Kuşu

Bir çocuk tanırdım çok eskiden. Gün doğduktan hemen sonra bir tarla kuşunun rebap makamında sesiyle uyanırdı. Önce yaratıp sonra geceleri gömdüğü hayallerini topraktan çıkarma vaktiydi şimdi. Kalkıp elini yüzünü yıkar, üstünü başını giyinir, terliklerini ayağına geçirir, boyuna göre olan çapasını omzuna vurup tarlanın yolunu tutardı. Yolun yarısına geldiğinde sabahki tarla kuşu karşılardı bizimkini. Çocuk güneşten korunmak için kısarak gözlerini ve başını kuştan yöne çevirip:
-cik cik
-cik cik
Selamlaşma faslı bittikten sonra, yolun kalan kısmını da beraber yürürlerdi. Hoplaya zıplaya, terlikleri ayağından çıka çıka, ayaklarına taş bata bata… Çocuk kuş gibi uçardı havalarda, kuşsa çocuk olurdu. Şu tepeyi aştıktan sonra, bir çeşme görünürdü. Oraya vardıklarında tarlaya yaklaşmış demekti. Ama önce biraz çeşmenin serin suyundan bir avuç alır, susuzluğunu şımartırdı. Bu esnada kuş da çeşmenin taşına konmuş, başını suya sokup sokup serinleme derdinde. Uzun yolun yorgunluğunu bir nebze attıktan sonra, yolun kısa olan kısmını tamamlamak üzere yine yola koyulurlardı. Yolun kenarındaki yılan deliklerinden biraz ürkerek, bacaklarını dikenlerden koruyarak, tavşan gördüklerinde kendilerini şanslı sayarak, gelinciklerin kırmızılığına şaşırarak yola devam ederlerdi. Dereyi, daha doğrusu dereyi görünmez kılan etrafındaki ağaçları gördükten sonra artık yaklaştıklarını anlarlardı. Tarla nehrin diğer yakasındaydı. Köprüden geçmek zorundaydılar. Köprü cennet kapılarının açıldığı yerdi onun için ve hayallerini gün ışığına çıkaracağı yer az ötedeydi. Ama öncesinde köprünün kenarına oturup balıkları izlememek olmazdı. Zaten yol boyu peşlerini bırakmayan amansız güneş bir tek burada mola verirdi. Azıcık balıklarla da gönlünü şımarttıktan sonra tekrar yola koyulurdu. Buradan sonra daha farklıydı her şey. Gündöndüler daha sarı, gelincikler daha kırmızı. Gölgesi daha cömert, güneşi daha insaflıydı burasının… Boyunca gündöndülerin arasından kendi tarlasını bulurdu. Tarlaya vardığında, işe koyulmadan önce dinlenirdi toprak ananın dizine uzanıp. Uyuduğu da olurdu zaman zaman. İşte hayalleri gün ışığındaydı şimdi. İstediğini düşünebilir, kurabilirdi. Her şey serbestti artık. Gelinciklerle, gündöndülerle, morlu mavili kır çiçekleriyle konuştu. Böceklerle kovalamaca oynadı. Gluver oluverdi birden. Sonra konuştu onlarla.,kendinden bahsetti onlara,şimdiye kadar masallarda duyduğu kahramanlara aynı masalları anlattı. ‘‘Siz böyle misiniz gerçekten? , böyle mi yer böyle mi konuşursunuz? , yerde misiniz? , gökte misiniz? ’’ der ve eklerdi ‘‘ Peki siz beni hiç bilir misiniz? ’’.rüyasından gerçek dünyadan bir sesle uyandı: ‘’ hadi oğlum, akşam olacak bak şimdi ‘’. Toprak ananın dizinden kalkıp annesinin dizinin dibine giderdi gönülsüzce. Çıkınını açar, içinden bir avuç arpacık soğanını çıkarıp annesinin açtığı çukurlara sokuverirdi birer ikişer. Ektiği soğan değil umuduydu. O küçücük umut günü geldiğinde büyüyecek kocaman olacaktı. Zamanla yeşerecek, tohum verecekti… Öyle de olurdu…
İşte ben böyle bir çocuk tanırdım, okuyucu. Hayallerini topraktan çıkaran, umutlarını yeşermesi için yine aynı toprağa veren bir çocuk…

17.09.2010

GEMİ

Ah, küçücük gemi, sulara attın şimdi kendini, delisin
Ah, yakarlar seni, dönmezsin bir daha geri, delisin

Ah, peşimde rüzgâr, ne yağmurlar dost ne bir kıyı var,
deliyim
Ah, düşlerim kaldı, yalnızım düşlerim kaldı, deliyim

Kime sorsam dönüşüm yok
Nereye gitsem mavi
Yelkenimde deli rüzgâr
Her yanım tuz, deliyim

Ah, yaralı kalbin, yanıp gidecek yaralı kalbin, delisin
Ah, küçücük gemi, dönmezsin bir daha geri, delisin

Ah, deniz olayım, tuzumu rüzgârda savurayım, deliyim
Ah, ne yelken ne yel, köpüklerde kaybolayım, deliyim

Kime sorsam dönüşüm yok
Her gemi biraz deniz
Her yanım mavi, her yanım yel
Her yanım tuz
Deliyim

Umut Yalnızlık ve Karamsarlık


Kendi ellerimle bir duvar ördüm önüme. Bir bir dizdim tuğlaları yan yana ve üst üste. bir volta boyu genişliğinde ve bir insan boyu uzunluğunda. Ne var ne yok hepsi öte yakasında kaldı duvarımın,’’tamam’’dedim,’’oldu bu’’. Görebilseniz siz de çok beğenirdiniz. Çünkü ustalık isterdi böylesi. O kadar çok beğendim ki yakışığı bir isim verdim ona; ’’yalnızlık’’. Sonra örmekle yetinmeyip, duvarı hiçbir beyazın inceltemeyeceği bir siyahla boyadım. Nasıl oldu bilmem elim karaya bulandı. Önce elimden sonra dirseklerimden süzülürken katre katre siyah, boynuma kadar batmışımda farkında değilmişim. Küfür gibi bir ‘’ahhh’’ çıkıverdi ağzımdan.’’hah bir karamsarlığımız eksikti’’dedim. Baktım olacak gibi değil vazgeçtim. Bozsa da sarışınlığımı, yakıştırdım bu katran karalığını. Ben, karamsarlık ve yalnızlık...Battı balık yan gitti madem bu üç yanlış bir doğruyu-umudu- da götürsün dedim ve karalı elimi yalnızlık adını verdiğim duvarıma çiviledim sağlamca. Umut aradan çekildi. Hoşça kal UMUT, biri YALNIZLIĞI ve KARAMSARLIĞI seçti. Yalnızlık, karamsarlık ve ben vardık artık. Umutsa şimdi duvarın öteki tarafında, üç yanlışın kalan son doğruyu da götürmediği, götüremediği dünyada, umutlu insanlar için.

16.09.2010

Godot'u Unutmuşken


Bugün düşündüm de bir önceki yazımın (tatil dönüşü) adını aslında ‘‘Godot’u Unutmuşken’’ koyabilirmişim. Sanki daha da afili olurmuş. Gösterişi bir yana bırakalım; derin ve kapsamlı olacağı da kesinmiş. Değiştirmedim çünkü bugünkü yazının başlığına koydum onu. Bilenler bilir; ’’Godot'u Beklerken’’  Samuel Beckett’in ölümsüz eseridir. Bu tiyatro eserinde Vladimir ve estragon adlı iki kahramanın mütemadi bekleyişleri anlatılır. Estragon unutkandır ve her yeni gün neyi beklediğini unutur. Neyi beklediğini bilen, kararlı ve akıllı olan kahramansa Vladimir’dir. Sürekli beklerler hep aynı yerde, beraber ve hep aynı kişiyi: Godot’u. Ama Godot bir türlü gelmez. Eseri okurken ya da izlerken şunu düşünmeden edemiyor insan Vladimir mi olmak daha iyi, yoksa estragon mu? Yani farkındalık mı, bilinçsizlik mi? bana sorarsanız; Godot’ un hiç gelmediğini göz önünde bulundurursak Vladimir olmak daha can sıkıcı ama onun gibi kararlı ve inançlı olmak da güzel.
Düşündüm de, ben yaz boyunca Estragon olmayı tercih etmişim. Onun kadar unutkan değilim belki ama hep göz ardı etmişim beklediğim şeyi beklemeyi. Gün be gün unutkanlık baş göstermiş. İnsanın bir Vladimir’ i olmaya görsün; insanın davasını, amacını unutup yoldan çıkması ve hatta kaybolması işten bile olmasa gerek o zamanlar. Estragon benim gibi kaybolmadı. Onu, her Godot’u beklemeyi unuttuğunda ve kalkıp gitmeye yeltendiğinde uyaracak, ''Dur! Gitme, Godot’u bekliyoruz'' diyecek bir arkadaşı, vladimir’i vardı yanında. Pekiiiii, sen Vladimir-can, Biraz gecikmedin mi? Anlayacağınız üzere bana neyi beklediğimi hatırlatacak biri var artık. Teşekkürler Vladimir...

Son olarak eseri hiç okumayanlar için bir alıntı yapmak istiyorum;

~~Boş konuşmalarla zamanımızı harcamayalım!Fırsat varken bir şeyler yapalım! Her gün birilerinin bize ihtiyacı olmuyor. Aslında özellikle bize ihtiyaç duymuyorlar. Başkaları da daha iyi olmasa bile, aynı derecede bizim yaptıklarımızı yapabilirlerdi. Kulaklarımızda çınlayan şu yardım çığlıkları bütün insanlığa yöneltilmiş! Ama burada, zamanın bu anında, istesek de istemesek de bütün insanlık biziz. Çok geç olmadan bundan yararlanalım! Zalimce bir alın yazısının bize layık gördüğü iğrenç güruhu hakkıyla temsil edelim! Ne dersin? (Estragon hiçbir şey söylemez) Kollarımızı kavuşturup yardım etmenin iyi ve kötü yanlarını hesaplarken cinsimize kötülük etmediğimiz doğru. Kaplan hiç düşünmeden hemcinsinin yardımına koşar ya da çalılıkların kuytularına siner. Ama sorun bu değil. Sorun burada ne yaptığımız. Ve cevabı bildiğimiz için mutluyuz. Evet, bu uçsuz bucaksız karmaşada kesin olan tek bir şey var. Godot'nun gelmesini bekliyoruz. Ya da gecenin çökmesini. (Bir an) Buluşacağımız yere saatinde geldik ve bu da sonu işte. Aziz değiliz ama bu da sonu işte. Aziz değiliz ama buluşacağımız yere saatinde geldik. Kaç insan böyle bir şeyle övünebilir?

~~Ne zaman! Ne zaman! Günün birinde! Yetmez mi işte! Başka günlerden farksız bir gün dilsiz oldu, günün birinde de ben kör oldum. Günün birinde sağır olacağız. Günün birinde doğduk, günün birinde öleceğiz. Aynı gün, aynı an, size yetmiyor mu bu kadarını bilmek?

~~Ne kadar çok insan tanırsam o kadar artar mutluluğum. En zavallı yaratıktan bile çok şey öğrenir insan; zenginleşir, sahip olduğu nimetlerin önemini daha iyi idrak eder.
~~Dünyadaki gözyaşı miktarı sabittir. Ağlamaya başlayan biri için, bir yerlerde bir başkası keser ağlamayı. Aynı şey gülmek için de geçerlidir...

15.09.2010

Tatil Dönüşü

Sahi ne yazacaktım ben?
Hah;
Günlük olmayacaktı bu blog ama yazın özetini yapayım dedim bugün. Geride nasıl geçtiğini anlayamadığım bir yaz var. Bu yüzden çok uzun olmayacak. Okuyucu yazının sonunu görecektir.
Evet, eve geldikten sonra kendime birkaç uğraş buldum. Nedir bunlar? Başlıca şöyle; sürekli bir şeyler download etmek(genellikle film) onları izlemek, kitap okumak(yaz boyunca okuduğum kitaplar: Makalat, Katre-i Matem, Araba Sevdası, Mevlana(İskender pala) ve Alamut, Fedailerin Kalesi),oyun oynamak(risk, farmville ve okey), tabiî ki ve illaki msn(Gülçin-can az kahrımı çekmedi, daha doğrusu çekiştikJ,sonrasında kadim ve özgür başı çekiyor),bir de blok (o da son bir ayın uğraşıdır). Zaruri ihtiyaçlarımın yanında bunların hemen hepsi vaktimi doldurmama yardımcı oldu. Temmuz ortalarında kadar eğlenceli gibiydi ama sonra bu vakitten ağustos ayının ortalarına gelinceye kadar rutin olmaya başladı hepsi. Şuursuzca yapar oldum sonra. Ve tüm yaz geride bırakıp sonbaharı yaşmaya başladığımız şu günlerde de zorunluluk halini aldı ve birkaç gün sonra hepsini geride bırakıyorum. Zaten bırakmalıyım da; tam bir haftam var evde geçirecek. Okul başlıyor sonunda. Okuduğum kitapları raflara tekrar yerleştirip, okumadıklarımıysa bavula atıp, farmville de tüm hasadı kaldırdıktan sonra, hayvanlarımı kendi haline bırakıp, izlediğim filmlerin kimini silip, kiminiyse arşive atıp, bilgisayardan tüm oyunları kaldırıp okuluma döneceğim, biletim cepte zaten. Dillerde yine aynı şarkılar; yeni türkü; işte yine gidiyorum ve dönmek

Dönmek, mümkün mü artık
Dönmek, onca yollardan sonra
Yeniden yollara düşmek
Neresi sıla bize, neresi gurbet
Al bizi koynuna ipek yolları
Üstümüzden geçiyor gökkuşağı
Sevdalı bulutlar uçan halılar
Uzak değil dünyanın kapıları
Neresi sıla bize, neresi gurbet
Yollar bize memleket

Heyecan var mı diye sorarsanız, bu Ankara-Lüleburgaz arası yolculuklar da olağan olmaya başladı gözümde ama tekrardan eski dostları görmek, onlarla yeni bir şeyler paylaşmak ve yeni anılara imza atmak güzel. Bir de Ankara’nın sonbaharını beni beklerken buluvermek. Ve ayazı; beni kendime getirecek diye umuyorum. Üzerimdeki bu tozdan arınma vakti.
Heyecan yok dedim ama korkuda olmasa keşke. Zor bir sene olacak; alacağım derslerin zorluğuna onları alamama ihtimali de eklenince geriyorum yer yer. Malum kayıt günleri… Bunu yanında Ankara’nın tabi son baharının yanında, dostların, canların, kadimlerin olmamasından ötürü oluşacak sonbahar havası üzecek gibi beni. Dökülen birkaç yaprak olacaktır elbet. Nasıl bir seneye giriyorum bilemiyorum-okulun başladığı günü yılbaşı kabul etmem de ilginç tabi, olsun korkuma verin-. Umarım her şey güzel olur. Ve şöyle bitirmek istiyorum, çok sevdiğim bir şairin mısralarını kendimce uyarlayarak;

Ey ODTÜ! Elbet başındasındır bela kitabının.

(ah bu ben ve yazılarımı şiirle süsleyişlerim)

14.09.2010

Mevlana Kapısı: Şiirlerinden Seçmeler I


~~Yeniliğe Doğru

Her gün bir yerden göçmek
Ne iyi
Her gün bir yere
Konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan
Akmak ne hoş


Dünle beraber Gitti cancağızım
Ne kadar söz varsa
Düne ait
Şimdi yeni şeyler
Söylemek lazım


~~Ben Bende Değil

Ben bende değil, sende de hem sen, hem ben,
Ben hem benimim, hem de senin, sen de benim,
Bir öyle garip hale bugün geldim ki
Sen ben misin, bilmiyorum, ben mi senim.

~~Ney

'Duy şikayet etmede her an bu Ney,
Anlatır hep bu ayrılıklardan bu Ney.
Der ki; feryadım kamışlıktan gelir,
Duysa her kim, gözlerinden kan gelir.
Ayrılıktan parçalanmış bir yürek,
İsterim ben, derdimi dökmem gerek.
Şayet aslından biraz ayrılsa can,
Öyle bekler, vuslata ersin zaman.
Ağladım her yerde, hep ah eyledim,
Gördüğüm her kul için, dostum dedim.
Herkesin zannında dost oldum ama;
Kimse talip olmadı esrarıma.
Hiç değil feryadıma sırrım uzak,
Gözde lakin yok ışık, duymaz kulak.
Aşikardır can-beden, gör insanı,
Yok izin, görmez fakat insan, canı.
Ney sesi tekmil hava; oldu ateş,
Hem yok olsun, kimde yoksa bu ateş!
Ateş ateş olmuş, dökülmüştür Ney'e,
Cebesi aşkın karışmıştır mey'e.
Yardan ayrı dostu Ney dost kıldı hem,
Perdesinden perdemiz yırtıldı hem.
Kanlı yoldan Ney sunar hep arzuhal,
Hem verir Mecun'un aşkından misal.
Ney zehir, hem panzehir; ah nerde var,
Böyle bir dost, böyle bir özlemli yar?
Sırrı bu aklın, bilinmez akl ile,
Tek kulaktır müşteri, ancak dile.
Sırf keder, gam; gitti kaç gün kaç gece,
Geçti yanışlarla günler, öylece.
Geçse günler, korku yok, her şey masal;
Ey temizlik örneği, sen gitme kal!
Kandı her şey, tek balık kanmaz sudan,
Anlamaz olgun adamdan bil ki, ham,
Söz uzar, kesmek gerektir vesselam! '

~~Ağıt

Göz gamın ne olduğunu bilseydi,
gökyüzü bu ayrılığı çekseydi,
padişah bu acıyı duysaydı;
göz gece demez gündüz demez ağlardı,
gökler yıldızlara, güneşle, ayla
gece demez gündüz demez ağlardı.
padişah bakardı ününe,
tacına, tahtına, tolgasına, kemerine,
gece demez gündüz demez ağlardı.


Gül bahçesi güzün geleceğini duysaydı,
uçan kuş avlanacağını bilseydi,
gerdek gecesi bu özlemi görseydi;
gül bahçesi hem güle hem dala ağlardı,
uçan kuş uçmaktan vazgeçer ağlardı,
gerdek gecesi öpüşmeye, sarılmaya ağlardı.


Zaloğlu bu zülmü görseydi,
ecel bu çığlığı duysaydı,
cellâdın yüreği olsaydı;
Zaloğlu savaşa, yiğitliğe ağlardı,
ecel bakardı kendine ağlardı,
cellât, yüreği taş olsa, ağlardı.


Kumru, başına geleceği duysaydı,
tabut, içine gireni bilseydi,
hayvanlarda bir parça akıl olsaydı;
kumru selviden ayrılır ağlardı,
tabut omuzda giderken ağlardı
öküzler, beygirler, kediler ağlardı.


Ölüm acılarını gördü tatlı can,
koyuldu işte böyle ağlamaya.
Olanlar oldu, gitti dostum benim.
şu dünya bir altüst olsa, aülasa yeri var.
öylesine topraklar altında kalmışım.  

~~Ay İle Güneşim Geldi

Ayla güneşim geldi, bak göz ışığım geldi
İnci kaynağım geldi altın pınarım geldi
Sarhoşum nice ondan coştu bakışım nurdan
Özge şey mi istersin? Özge yoldaşım geldi!
O gümüş tenli güzelim girdi Yusuf’um kapıdan
O yol kesenim geldi, tövbe bozanım geldi
Eski yoldaşım dinle! Dünden iyidir şimdi
Müjde sarhoşuydum dün, ondan ulağım geldi
Dün fenerle ben kentte pek arandığım o kişi
Gör bugün yol üstünde güller bostanım geldi
Sardı elleri belime hem kucakladı o beni
Bir taç ve kemer sundu, işte sultanım geldi
Bak bahar ve bahçesine! Bak şarap kadehlerine!
Bak coşan azıklarına! Gül şeker dalım geldi
O hayat suyumdur hey! Ben ölümden korkmam ki
Ürkmem serzenişlerden, çünkü kalkanım geldi
Ondan yüzük aldım hey, ben Süleyman’ım artık
Ah nasılda şahane, baştaki tacım geldi
Dert haddini aştıkça aşkta yolculuk ettim
Yolculuktan ah Mevlam mutluluk payım geldi
İçki vaktidir şimdi şimşek çakıyor başta
Uçmak vaktidir şimdi kol ve kanadım geldi
İşte parlamak vakti bir seher gibi parlak
İşte gürlemek vakti çünkü aslanım geldi
Aldılar beni yerden, sözlerim yarım kaldı
Vardım göğe dünyadan arlanış savım geldi  

~~Demedim mi?

Oraya gitme demedim mi sana,
seni yalnız ben tanırım demedim mi?
Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi ben'im?


Bir gün kızsan bana,
alsan başını,
yüz bin yıllık yere gitsen,
dönüp kavuşacağın yer ben'im demedim mi?


Demedim mi şu görünene razı olma,
demedim mi sana yaraşır otağı kuran ben'im asıl,
onu süsleyen, bezeyen ben'im demedim mi?


Ben bir denizim demedim mi sana?
Sen bir balıksın demedim mi?
Demedim mi o kuru yerlere gitme sakın,
senin duru denizin ben'im demedim mi?


Kuşlar gibi tuzağa gitme demedim mi?
Demedim mi senin uçmanı sağlayan ben'im,
senin kolun kanadın ben'im demedim mi?


Demedim mi yolunu vururlar senin,
demedim mi soğuturlar seni.
Oysa senin ateşin ben'im,
sıcaklığın ben'im demedim mi?


Türlü şeyler derler sana demedim mi?
Kötü huylar edinirsin demedim mi?
Ölmezlik kaynağını kaybedersin demedim mi?
Yani beni kaybedersin demedim mi?


Söyle, bunları sana hep demedim mi?

~~Gel

Gene gel, gene.
Ne olursan ol, ister kafir ol,
İster atese tap, ister puta,
İster yüz kere tövbe etmiş ol,
ister yüz kere bozmuş ol tövbeni...
Umutsuzluk kapısı değil bu kapı,
Nasılsan,
Öyle gel...  

~~Etme

Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun etme
Başka bir yar başka bir dosta meylediyorsun etme
Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı
Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun etme
Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun etme
Ey ay felek harab olmuş alt üst olmuş senin için
Bizi öyle harab öyle alt üst ediyorsun etme
Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun etme
Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun etme
Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun etme
Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun etme
Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme
Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun etme
Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle
Huzurumu bozuyorsun sen mavediyorsun etme
Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun etme
İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil
Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun etme

~~Denizlerin Üzerinde

Pek acayip bir şey bu:
Güz mevsiminde olduğumuz halde
birdenbire güneş koç burcuna girdi baktım.
Baktım birden bire ilkbahar oldu.
Birdenbire kaynadı kanım.
Nerdeyse hani
bulanıp kanıma
bir deve gibi köpürecek,
bir deve gibi oynamaya başlayacağım.


Bir uzaklaşıp bir yakınlaşması kan dalgalarının.
Kendisinden geçmiş insanla dolu bir ova.
Ölümsüz gözle görülmez bir içki âlemi.


Baktım birdenbire canlandı ölü.
İhtiyarlar baktım genç oluverdi.
Baktım bakırlar kesildi som altın.
Daha iyisi geldi yerine,
daha güzeli geldi baktım,
şehrimizden ayrılanın.


İçki, eğlence, tad sarmış şehrimizi.
Elinde bir kadeh var her sarhoşun.
Kimi doymuş, rahat, kendinde,
İçkiye doğru koşmakta kimi.
Gürül gürül süt ırmağı bir yanda,
bir yanda gürül gürül bal nehri.


Pek acayip bir şey bu:
Bir şehirde padişah bir tane olurdu.
gökyüzünde ay bir tane.
Bu şehir padişahlarla dolu,
gökyüzü aylarla, zuhallerle.


Sen haydi koş var git hekimlere,
orda işiniz yok de sizin.
Orda ne dermansızlık, ne dert var,de.
Orda ne gam, ne kasvet var, de.
Orda ne kadı, ne vali.
Ne bey, ne beyin vergicisi.


Davalar, düşmanlıklar, kavgalar zaten
denizlerin üzerinde hiç bir zaman yürüyemedi.

~~Hangisiyim Ben

Şu insanlardan hangisi ben'im?
Hele sen şu kavgayı, gürültüyü dinle,
ağzıma, sözüme kulak asma.
Hem sen beni elden çıktı bil.
Yoluma kadeh madeh koyayım da deme.
Önüme ne çıkarsa tuzla buz ederim.


Hem ben tıpatıp sana benzerim.
Ağlarsan ağlarım,
gülersen gülerim.
Asıl sen vardın ortada,
ben senin elinde bir ayna.
Sen yeşillikte bir ağaç,
ben senin gölgen.


Ben senin gôlgen olduktan sonra
hemen gider kendime bir dost ararım
kurmak için yanında çadırımı,
ararım bir taze gül fidanı.


Sonra sâkinin kapısına varır,
vurur testimi kırarım.
Sonra oturur bardak bardak içerim
ciğerimden akan kanı

~~Ne Olursan Ol

Paranı ver, gönlünü ver, canını ver
Ama SIRRINI VERME! ...
Günlerini say, kazancını say, büyüklerini say
Ama YERİNDE SAYMA! ...
İşini beğen, aşını beğen, eşini beğen
Ama KENDİNİ BEĞENME! ...
Emek ver, kulak ver, bilgi ver
Ama SAKIN BOŞ VERME! ...
Fidan büyüt, çocuk eğit, yoksul besle
Ama KİN BESLEME! ...
Davet et, hayret et, ülfet et, affet
Ama İHANET ETME! ...
Kitap oku, meslek oku, dünyayı oku
Ama LANET OKUMA! ...
Sınıfını geç, hayatını seç, rakibini geç
Ama GÜLÜP GEÇME! ...
Gönül al, dost al, yoldaş al
Ama BEDDUA ALMA! ...
Yaklaş, tanış, konuş, uzaklaş
Ama UŞAKLAŞMA! ...
Doğrul, sayrıl, evril, devril
Ama EĞRİLME! ...
Hislen, tasalan, seslen, uslan
Ama PASLANMA! ...
İtil, ütül, atıl, katıl
Ama SATILMA! ...  

~~Şehvetin Adını Aşk Koydular

Şehvetin adını Aşk Koydular
Eger Şehvet Aşk Olsaydı
Eşekler Aşkın Şahı Olurdu  

~~Üzülme...

Dert etme can!..
Görebiliyorsan, dokunabiliyorsan, nefes alabiliyorsan, yürüyebiliyorsan 
Ne mutlu sana!. 
Elinde olmayanları söyleme bana...
Elinde olanlardan bahset can!… Üzülme!..
Geceler hep kimsesiz mi geçecek?..
Gidenler dönmeyecek mi?..
Yitirdiğin her ne ise; bir bakarsın yağmurlu bir gecede..
Veya bir bahar sabahında karşına çıkmış...
Bil ki! Güzellikler de var bu hayatta...
Gel Git’lerin olmadığı bir hayat düşünebilir misin?..
“Hüzün olgunlaştırır” ...“Kaybetmek sabrı öğretir”...

Mevlana Kapısı:Mesnevi'den Seçmeler I


~~Aşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır. Aşk, tanrı sırlarının usturlâbıdır. Aşıklık ister o cihetten olsun, ister bu cihetten... Akıbet bizim için o tarafa kılavuzdur. Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyleyeyim... Asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum. Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır. Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama aşk bahsine gelince; çatlar, aciz kalır. Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı. Aşkı, aşıklığı yine aşk şerh etti.

~~"Eşi bulunmayan o sevgilinin vasfına dair ne söyleyeyim ki, bir damarım bile ayık değil! Bu ayrılığın, bu ciğer kanının şerhini şimdi geç, başka bir zamana kadar bunu bırak!”
(Can) dedi ki: “Beni doyur, çünkü ben açım. Çabuk ol çünkü vakit keskin bir kılıçtır. Ey yoldaş, ey arkadaş! Sufi, vakit oğludur (bulunduğu vaktin iktizasına göre iş görür). “Yarın” demek yol şartlarından değildir. Sen yoksa sufi bir er değilmisin? Var'a veresiyeden yokluk gelir”.

~~Diri aşk ruhta ve gözdedir. Her anda goncadan daha taze olur durur. O dirinin aşkını seç ki bakidir ve canına can katan şaraptan sana sakilik eder.

~~ Her iki suretin birbirine benzemesi caizdir, acı su da, tatlı su da berraktır. Zevk sahibinden başka kim anlayabilir? Onu bul! Tatlı su ile acı suyun farkını işte o anlar. Zevk sahibi olmayan sihri, mucize ile mukayese ederek her ikisinin de esası hiledir sanır.

~~Birinin başına toprak saçsan başı yarılmaz. Suyu başına döksen, başı kırılmaz. Toprakla, suyla baş yarmak istiyorsan, toprağı suya karıştırıp kerpiç yapman gerek.

~~Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor:
Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın… herkes ağlayıp inledi.
Ayrılıktan parça parça olmuş, kalb isterim ki, iştiyak derdini açayım.
Aslında uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar.

~~Dildeşinden ayrı düşen yüz türlü nağmesi bile olsa, dilsizdir. Gül solup da mevsim geçince bülbülden nağme duyamazsın.

~~Allah kadını erkeğe yoldaş yarattı.Adem nasıl olur da Havva’ dan ayrı kalır.Görünüşte su, ateşten üstündür.Görünüşte erkek kadına üstündür.Ama gerçekte su, ateşe konunca fokur fokur kaynar.Gerçekte erkekler mağluptur.Mağlupluk muhabbet vesilesi olacaksa ne mutlu mağluplara!.

13.09.2010

DALGAKIRAN

Dalga dediğin,
rüzgârla suyun savaşı
Öyleyse ben bir dalgayım.
Rüzgârım, dağları okşayan
Hem suyum dağların düşmanı
Bazen yedi kat arşa gebeyim.
Ama arzı arayan da benim
Savaşın ta kendisiyim
Ve gemilerimi ben batırdım
Sığınacak bir limanmış
Heyhat!
Rotamı ellerimle yırttım
Durmadım.
Dursam ölürdüm

Ama sen ne dağdın ne liman
Adını ben koydum;
Adın dalgakıran


fotografın tüm hakları saklıdır.
Amasra

12.09.2010

ah bu ben

cazibeyle sevimlilik arasında gidip geliyorum
ah bu ben

Gündöndüler

Hayat sürekli yeni, yepyeni kişiler veya şeyler getirecek değl ya, olmasın da. Bu gece de olduğu gibi. Mazi değil belki ama beş senesini doldurmuş bir geçmişten gelen eskimemiş yüzlerdi onlar. O geçmişin altına benimle beraber imzasını atan ellerdi. Yüreğime mühürlenen canlardı. Burak, özge, diğer özge, İlkay... O yüzler şimdi daha yaşlı ama hala güzel. Her birinin eli sıcak ve dostane hala. Canları belki daha yorgun, ezilmiş, törpülenmiş ama hala beni sığdıracak kadar büyük. Az önce dediğim gibi her birimizin imzası bulunan o eski defterleri karıştırdık biraz bu gece. Hayat seni biraz da bu eskilerinle seviyorum, bu eski püskü yaşanmışlarınla. Tüm o hayata tutunma çabasının arasında hayatımın kırık çatlak yerlerini onlarla doldurduğun için. Bölük pörçük hayatımı böyle bütün, anlamlı ve su gibi gelir geçer kıldığın için. Su gibi duru ve coşkun. Evet, en duru hallerimizle bulduk birbirimizi, kirlenmemiştik henüz ve öyle kaldık. Aynı dala tutunmuş kozalaklardık ve kelebek oluşumuzun en büyük şahidiydik birbirimizin. Yüreğimizin kelebek gibi başka gönüllere konduğunda da beraberdik. O gönüller ki, kimi aşağı ki mahalleden di, kimi karşı ki sınıftandı. Acemiydik, evet. Heyecanlıydık bu yüzden. Elimiz ayağımız dolandığında el verdik birbirimize. Düştüğümüzde yan yanaydık, kalkarken de. Düşmeler de dibe vurmalar da daha güzeldi dostlarla. Keyif aldığımız, eğlendiğimiz şeyler daha çoktu bu yüzden, ya da bize öyle gelirdi. Sadece bizce öyle gelen bir hayatımız vardı yani. Bu kader ortaklığı bu kadim alınyazısı bizi perçinleyen şey oldu. Yıllar sonra bir araya geldiğimiz şu vakitte anlıyorum bu sadece perçin değildi. Perçin ki, ikiyi bir eder sadece. Ama biz iki değildik ki. Ayrı bir birey değildik. Onları o yapan her şeyden bir şeyler de ben de vardı. Yüreğime teyellerle tutturulmuş, kumaşıma yamalanmış değildi hiçbiri. Onun kadar güzel gülüyorsam, onun kadar çapkınsam, onun kadar şakacıysam, biraz bencilsem, enteresansam, eğlenceliysem, aydınsam, vefasızsam hatta aşırıysam bazen, hepsi aynı toprağın ve aynı suyun mahsulü olmamızdandır. Aynı bahçenin gündöndüleriydik biz. Ayrılmış gibi gözüksek de kimse bilmez köklerimizin toprağın altında ve uçlarının diğerinkine bağlı olduğunu. Birimiz söküldüğünde topraktan, hepimiz kururuz. Birimiz susuz kaldığında diğerlerimizin de boynu bükülür, yaprağı dökülür. Ve baktığımız yine aynı güneşse ve uyandığımız gün yine aynı günse belki o kadar ayrılmamışızdır ha? Ne dersiniz?

11.09.2010

11 eylül 2010

İşte geldim buradayım.
Ben bu işte ustayım
Evet, hayatımı yine büyük bir ustalıkla mahvediyorum.

11 eylül 2010

9.09.2010

Nicolaus Copernicus ve EGO

"Aziz peder, kitapta yazılanları okuyanların hemen reddedeceklerini biliyorum. Ben ömrüm boyunca çevremin düşüncelerine aldırmayan, fikirlerini savunan biri olamamışımdır. Etrafın tepkisinden, başladığım hususlardan vazgeçmeye niyetlendiğim olmuştur. Fakat çekingenliği üzerimden atarak çalışmalara devam ettim. Yazdıklarımı tenkit edenler olursa onlara aldırmayacağım ve saçma kabul edeceğim..."





Böyle buyurdu Copernicus, ömrünün son demlerinde. Sağlık sorunları başlamıştı ve artık ne içinde bulunduğu sosyal çevreden ne de bünyesinde papaz olarak çalıştığı kiliseden çekincesi kalmamıştı. Artık fikirlerini hürce açığa vurabilir hatta gerektiğinde kilisenin engizisyon mahkemesini karşısına alabilirdi. Nitekim öyle yaptı. Bir kitap yayınladı ve kitabını yukarıdaki mektupla birlikte kiliseye gönderdi. "De revolutionibus orbium coelestium" adlı eserinde de helio-centric (güneş merkezli sistem) teorisini etraflıca anlattı. Daha açık bir ifadeyle Copernicus, dünyanın ve diğer gezegenlerin güneş etrafında döndükleri kuralını açıkladı. Ptolemaios ’tan beri süregelen dünya merkezli teoriyi çürüttü.16.yüzyıla gelininceye değin Ptolemaios ’un bu teorisi astronomiye tümüyle egemendi. Öyle ki görüşleri dinsel inanç biçimine dönüşmüştü. Biri bu teorinin dışında başka bir şey söyleyecek olsa diri diri yakılırdı. Ama o, yine de kendi sisteminin ilahi takdire daha uygun olduğuna biliyordu. Kiliseye rağmen, fikirleri yenilikçi bilim adamlarınca benimsendi ve bilim dünyasında, bilhassa astronomide bir çığır açtı. Dolayısıyla, yeni astronominin kurucusu olarak kabul edildi zamanla ve bence modern bilimin de. Zaten bilim dediğimiz şey astronomiyle paralel şekilde gelişme göstermiştir ve bundan sonra tüm diğer fizikçiler ve astronomlar da bu teoriyi temel alarak bilimi inşa etmişlerdir. Neyse, bu yazıyı kaleme almamın temel sebebi daha başka; Copernicus ’un astronomiye kattıklarının yanında geleneksel kalıplara ve bağnaz inançlarla mücadelesidir. Copernicus ’tan önce geo-centric sistemde insanoğlu kendisini evrenin merkezine koydu. Sürekli hareket halinde olan evrenin merkezindeki insanlar kendilerine göre yaradılış simgesiydi ve bütün evren kendileri etrafında dönmekteydi. Hâlbuki dünya en nihayetinde normal, diğerlerine göre bir üstünlüğü bulunmayan bir gezegendi. Ve üzerinde yaşayan insanoğlu da evrenin merkezinde değil sadece evrenin küçük bir parçasıydı. Bu bağlamda, Copernicus kendi çağına kadar insanoğlunca şişirilmiş bu nur topu gibi EGO’yu yerle bir etmiştir. Bu nedenle ben buradan bilimcilere sesleniyorum; Copernicus ’un bu bilimsel devrimi psikoloji ve sosyoloji gibi alanlarda da incelenebilir. Belki o zaman sosyal hayatımızda çeşitli geyiklere, tartışmalara ve anlaşmazlıklara yol açan bu EGO meselesinin temeline inilebilir ve belki de tedavisi mümkün olabilir.
Neredesin Copernicus?

Tasvire Şayan Çocukluğum II:Bayram

Saat:00:19
Tarih:9 eylül 2010

An itibariyle ramazan bayramına girmiş bulunmaktayız. Aslında yaklaşık 6 saat sonra bayram namazını eda etmek için caminin yolunu tutacağım. Bu yüzden şu vakitlerde yatmam gerekir. Fakat uykudan eser yok. Ben de yazayım dedim. Ortalık sessiz sakin… Cırcır böceklerinin sesini duyabiliyorum sadece. Dışarıda serin bir hava… Tolstoy olsa bir klasik çıkarırdı bu ortamda ama ben sizlere günün anlam ve önemine yaraşır bir konudan bahsetmek istiyorum; bayramlar. Ama benim bayramlarım.
Bayram bilincine ne zaman vardım bilemiyorum ama ne sayesinde vardığımı çok iyi biliyorum; yeni alınmış kıyafetler. Bende bu bilinci oluşturan ilk unsur budur. Hala da öyle. Keza bugün ben uyurken annemin fıtı fıtı alışverişe gidip üstüme başıma bir şeyler almasıyla bayramın gelip çattığını idrak ettim. 24 yaşında olmama rağmen annemin benim için alışveriş yapmasını yadırgayanlar varsa söyleyeyim, artık bayram alışverişlerine gitmiyorum. Çünkü NERDE O ESKİ BAYRAMLAR. Çocukken yeni kıyafetler edinmek ya özel günlere denk gelirdi ya da bayramlara. Şimdiyse bayramı beklemiyoruz yeni kıyafetler almak için. İşte bu benim için nerde o eski bayramlar dedirtecek bir sebeptir. Kısacası dostlar, bugün uyandığımda yeni kıyafetlerle karşılaşmak, onları annemin babamın karşısında denemek (çünkü ‘’olmuş mu bakalım’’dır o.) beni o eski bayramlara götürdü. Ve madem eski bayramlara geldik kılık kıyafetten sonra benim aklımda kalan ilk konu olan bayram tatlılarına değinmeden olmaz. Bizim ailede bayram tatlısı niyetine baklava yapılırdı. Bu husus bizzat anneme ve rahmetli babaanneme aitti. Ramazanın son haftası bayram temizliğinden önce bütün bir gün boyunca tatlı yapılırdı. Çünkü biz baklavayı 4 tepsi yapardık hazır yapmışken. 3’ü cevizli diğeriyse her ihtimale karşı yapılan susamlı olan tepsidir. Her yufka ince ince açılır, tepsiye yayılır, araları doldurulur, yeterince kalın olduktan sonra bir güzel dilimlenir baklava deseniyle ve fırına atılır. Bayramdan önceki gece de ıslanırdı şerbet ve limonla. ve yine aile jürisinin önüne konulur (çünkü o yine’’olmuş mu bakalım’’dır).denenirdi.bayramın geldiğini bir kez daha idrak ettikten sonra bayram için edilmiş dualarla yatağımıza yatardık
Uyandığımızda bayram gelmiş olurdu. Babamın bizi bayram namazına çağıran sesiyle uyanırdık. Çocukken çok nazlanırdım bu vakitlerde kalkmaya. Ama kalkar olduk zamanla da. Namaz dönüşü annem çoktan temizliğin son rötuşlarını yapmış ve kahvaltıyı hazırlamış olurdu. Bu kahvaltıları severdim. Envai çeşit şeyle bezenmiş olurdu çünkü. İştahlı bir çocuktum o zamanlar da.
Bir diğer husus her çocuğun günler öncesinden hayalini kurduğu ve elde etmek için bin bir şebeklik yaptığı bayram harçlıklarıdır tabi. Ben de öyleydim. Ama farklı bir alışkanlığım vardı topladığım tüm parayı mevcut en küçük kâğıt paraya çevirirdim. Maksat elimdeki paranın daha kalın gözükmesi. Dolayısıyla ben de kardeşlerimden daha çok para toplamış gözükürdüm. Bir de onları havaya atıp ortalığa saçıp yine toplayıp yine saçardım. Bayram harçlığı böyle bir şeydi. Sonunda harcayamazdım bu paraları ama yeni oyuncaklara ve bakkala gelen yeni çikolatalara yenik düşerdim hep.
Bayram böyle geçerdi işte, gelen misafirlerden çok harçlık verip vermeme potansiyelleriyle ilgilenirdik. Yolunu dört gözle beklediklerimiz de olurdu eliniz öpmeye bile nazlandıklarımız da. Zamane çocukları da farklı olmasa gerek bu konuda. Ama ister harçlık versin ister vermesin evimize çok misafir gelirdi. Ailenin en büyüğü babaannemin bizimle yaşadığını ve sayamadığımız kadar torunu olduğunu düşünürseniz bu çok normal. Kaldı ki babaannem torununun torununu görmüş bir insandır. Ve ben de en küçük torun. Memnun oldum efendim, hoş geldiniz ve bayramınız kutlu olsun, öpeyim amca...