27.02.2011

Bu Sabah Yağmur Var İstanbul'da


yağmur...ve getirdiikleri...var...
bir de tam ortasındayım hepsinin karın ve soğuğun...

26.02.2011

Fasülyeden

Her gününü şöyle böyle yaşayan, ortalıkta bilgiç bilgiç kelam eden, ahlak bekçisi kesilen ortalama insanlar, siz kimsiniz ya? tamam! Bizler yani sizlerin iç yüzünü sırçadan bakarcasına seçebilen, ortalamadan bir az ya da bir fazla insanlar sizin mevcudiyetinizi çoktan kabul ettik. Bu dünya sizin biliyoruz. Kaldı ki biz yeryüzüne inmeden siz zaten saltanatınızı kurmuştunuz.  Amma velâkin bu dünyada bize bir taze fasulyenin kabuğu kadar da mı yer yok? Bu kadar mı fasulyedeniz? Yetmedi size gününüzü yaşamak. Siz sıradan ve ortalama gününüzü kurtarırken bizim geleceğimizi çaldınız. Bizim gibi kabuğuna sığamayan insanlar için bir fasülye kabuğunu bile hor görür oldunuz bize. Bir gelecek söz konusu değil artık bizim için. Artık bizim bir tohumumuz yok toprağa verilecek, geleceğimiz yok,  sadece kabuğumuz var ve o kabukta hiç gün yüzü yok ,ışık yok. Sizse bir iskeletten ibaretsiniz, kemikleriniz ve deriniz var ama ruhunuz yok. Neticede biz dolunaylı bir gecede hayallerimizi bir şişeye tıkıp suya saldık ama her biri kıyıya oturur oturmaz bir kayaya çaldınız, bunu da biliyorum.

25.02.2011

Ordan Burdan

Bir hafta boyunca yaptıklarımdan söz etmek istedim sizlere. Sağlıklı yaşamı prensip edindim okuyucu, gün içinde yediklerime dikkat ediyorum. Kahvaltıları eksik etmeden araları da atıştırarak geçiştiriyorum akşamları da salata yiyorum, kendi aldığım yeşilliklerden kendi yaptığım salatayı yiyorum. Korkmayın size şimdi kalkıp da milyonlarca mevcut diyetlerden birini anlatmayacağım ama çok rahat hafif hissetmeye başladım kendimi, paylaşmak istedim. Arada kendimi oda arkadaşımın yurtdışından getirdiği merci’leriyle -çikolata- ödüllendiriyorum. Türkülerle süslüyorum bir de. Sonuç olarak efendime söyleyeyim bir kilo verdim bu diyetle. Ama şu tansiyonu düşüremedim tuzu azaltmama rağmen. Spor da yapıyorum artık. Beraberinde oda arkadaşlarımla bilimden, mühendislikten bahsetmek cabası- ben normalde sevmezdim mevzu bahis bilim olsun-. Unutmadan söyleyeyim facebook’umu da kapattım. Arkadaşlarım grup kurmaya yeltenmeye başladı ’’ burhan feybuka geri dönsün’’ diye ama bekleyecekler sanırım biraz. Yarattığım bu zaman boşluğunu kitap okuyarak geçiriyorum- Küçük Arıyı okuyorum, yatmadan ortalama 50 sayfa kadar, benim için iyi bir rakam-.bir de küçük mutluluklar var şu birkaç haftaya sığdırdığım. Ta Amerikalardan, Iowa’lardan aldığım bir kartpostal-ayrıntıya girmeyeceğim, özelimdir, sadece agama sevgiler diyorum. Bir de kadimimin benim için kendi elleriyle ördüğü atkı -entel atkısı diye tanımladık onu, bu güne kadar entellerin boyunlarında gördüklerimiz gibiymiş çünkü-  Çok yakında elimde olur-bahar gelecek diye korkuyorum ama-. Şunu da eklemeden olmaz; artık karadutun sesiyle kokusuyla uyanamasam da arada bir sesini duymak çok deli bir şey sayın okuyucu, tarifsiz bir özlem bu. Çok özledim çok; alengirli cümleler kuramayacak kadar dilimi gönlümü sürçtüren bir özlem bu. design dersi section’ı size söylüyorum; o gömleği beğenin diye giydik zaten, aynen böyle devam. Derslere gelince; belliydi böyle olacağı ama mezun olacak bir öğrencinin üçüncü, ikinci hatta birinci sınıftan insanlarla ders alması ne kadar ağırsa bana da o kadar ağır sayın okuyucu -kuşak farkı diye buna derim ben. Bir de evet okulun kalitesi günden güne düşüyor noticable bir ivmeyle- ama olsun düzenli olarak çalışıyorum da.

Bu yazıyı da yazmam oldu.’’Oha lan’’ dedim kendi kendimi.’’ Böyle devam’’…

Anadolu'da Ana

Çok gezmiş, çokça da görmüş
Kervanlar, bezirgânlar diyarı Anadolu
Taşıma suyla nice değirmenler döndürmüş
Cefakâr Anadolu
Çok savaş görmüş, toprağı biraz kırmızı
Uğruna şiirler düzülmüş türküler yakılmış Anadolu
Bir de Anadolu’yu Anadolu yapan analarımız
Gözlerini çoktan sokak kapısına bağışlamış
Artık görmez olmuş ipte asılı unuttuğu
Renk renk çamaşırlarını
O çamaşırların artık rengi atmış
Tanrıya adanmış dua bayrakları gibi
Sallanır durur hala  
Anadolu, sen ki adaklar sinisi
Çapına göre epey bereketli
Sayarsak eğer sürüsüne bereket
Yolu gözlenenleri
Ve anaların yolda kalmış gözlerini
Bahçelerinde yetiştirdiği çiçekleri
‘’Bu sarı yiğidime, bu yeşil gözlüme’’
Öyle güzeldir renkleri
Ama renginden çok sesi alır sizi
Bir çiçek konuşmayı bir anadan öğrenmiştir çünkü
Ağıt yakmayı, bir türküyü, bir ninniyi
Yani dert ortağı olmayı,
Umut olmayı,unutturmayı,
Arka bahçede bir de yabanıl eriklerin yetiştiğini



23.02.2011

Bisiklet Hırsızları





“Çocukken her akşam yatmadan önce Tanrı’ya bana bir bisiklet vermesi için dua ederdim. Bir gün Tanrı’nın çalışma tarzının bu olmadığını anladım. Ertesi gün gittim kendime yeni bir bisiklet çaldım ve her akşam yatmadan önce Tanrı’ya günahlarımı affetmesi için dua ettim.“

20.02.2011

İncir

Pencerenin dibinde kök salmış
Gövdesi küle bulanmış
Yaşlı bir incir ağacı düşün
Dalında da meyvesini düşün
Bir ağustos ayının ortasında
Rengi çoktan sararmış
ve asılı durur gibi bir darağacında
Sen bal sanırsın ama kandır içindeki
Biliyor çünkü düşmektir kaderi
İşte ben o incire koca bir aşkı bağışladım
O da sevdi seni, tıpkı benim gibi
Önce sessizce bir iç çekti
Senle doldurdu içini, son nefesiymiş gibi
Sonra yere çaldı kendini
Tıpkı benim gibi

19.02.2011

Sufinin Rengi

Haddim olmayarak şöyle bir fikre kapıldım gece gece,

9. yüzyıl mutasavvıflarından Cüneyd-i Bağdadi buyurmuş ki ‘’Sufinin rengi suyun rengidir’’. Bunu sufilere saflığı, yalınlığı ve temizliği yakıştırdığından söylemiş olmalı. Naçizane fikrimce, sufilerin rengi gri de olabilir. Niye mi gri, açıklayayım. Gri hem siyahtır hem beyazdır. Gri bu iki zıt rengin tam ortasında bir yerde onların kavuşması, kaynaşmasıdır. Hem Şemstir hem Mevlana, hem deli kara bir tay hem de uysal beyaz bir kuzu. Aslında siyah ve beyaz renk bile değildir literatürde. Ama bu iki hiçlik nasılda var ediyor olmayanı, gri rengi. Zaten Mevlana humanizmasının özelliği bu kutupsallıktadır, zıtlık karışımındadır, tez, antitez ve sentez üçlüsüne dayanmasıdır,yani grinin sentezindedir;

Şu düzülüp koşulan insan şekli var ya hani...
Bir şekildir ki,gam tezgahında çizdiler onu,
Kimi şeytan olur insan,kimi melek...
Kimi canavar.
Bu ne biçim tılsımdır ki,
Hepsini bir araya getirmişler.

Mevlana


Bunun yanında,düşününce gri renk diğer renklerin yanına getirildiğinde bir uyum gösteriyor. Sarıyı, moru, kırmızıyı getirin grinin yanına, yeşili, maviyi… Yakışmaz mı? Tasavvuf ilminin temelini oluşturan ve tüm insanları kucaklayan, ‘’ Gel, Yine Gel! Ne olursan ol, Yine Gel !’’ diyen hümanizm akımını göz önünde bulundurunca, kendime hak veriyorum. Kaldı ki her insan ne renk olursa olsun bir renktir en nihayetinde.

Not: Elif Şafak da belki benimle aynı fikirdedir de, ‘’aşk’’isimli kitabının kapağını gri renkte tasarlamıştır.
Not: umarım gerçeği incitmemişimdir.

Bir Filiz Vardı

Nerden aklıma geldi bilmem; 
çok umrunuzda biliyorum ve o yüzden bugün burda bu blogda ilk okuduğum kitabı -romanı- yayınlamak istedim; Bir Filiz Vardı(Orhan Kemal)...

Benim 'Orhan Baba'm da bu işte...büyüksün babaaa!!




Angara

ankara'ya...

Ankara, seni şavrole tamponu gibi kara bıyığının altından pis pis gülen şehir, ömrümü çürütsen de, seni sever oldum son günlerde. Son günlerim geldi diye mi en güzel yüzünü gösterdin yoksa seni özleyecek olmamdan mı sever oldum seni bilemiyorum. Neticede önünde hürmetle eğilip elini öpüyorum. Kokoreç kokan gecelerini, Sakarya’nı, dolmuş duraklarını, korsan kitaplarını, çiçekçilerinin dibinden burnumu çeke çeke yürümeyi seviyorum. Bu politik havalarını seviyorum, afranı tafranı, karanfilin ezgisine kendimi kaptırıp tebessüm edişimi seviyorum. Ama bu sefer güldürmedin Ankara, evet düşündürdün, evet bu akşam. Boru değil la. Altı sene. Sığdırdıklarım, sığdıramadıklarım, bazen taşanlar bazen bol gelen her şey paslanmış bir kancayla sağlanmış gibi fikrime, gidemez de mi olacaktım yani. Terk edemez de mi? Mecburum, bileti çoktan kesilmiş, çoktan yolunda olması gereken bir yolcu için yazılmış o hicazkâr şarkı şimdi benim dilimde. Mecburum, elini son kez öpüp gidiyorum yanıma yolluk diye koyduğun anılarımı da alarak. Elini ayağını öpeyim Ankara demek faydasız biliyorum, gitmekteyim kendimi sana borçlu sayarak ve benden aldıklarını sana helal ederek.

Not : niye bu kadar dramatize ettim onu da bilmiyorum, neyse..

17.02.2011

Arizona Dream


Grace Stalker: İki yanlış bir doğru etmez.
Axel Blackmar: Yani?
Grace Stalker: Yani 'biz': iki yanlış.
Axel Blackmar: Peki ya biz yanlış değilsek? Ya ikimiz doğruysak ve geri kalan herşey yanlışsa?
Grace Stalker: Öyle ya da böyle ayvayı yiyeceğiz, Axel.
Axel Blackmar: Ama en azından beraber yiyebiliriz...

Mevlana Kapısından Seçmeler-3

Olduğum gibi kim görebilri beni
Ne rengim var benim,ne nişanım
Benim de bildiğim sırlar var,diyeceksin ama,
Hem o sırlarım ben,
Hem o sırları saklayanım.

Bu gönül ne zaman durulacak,bilmem
Ama şu anda hiç kımıldaman duran da benim,
Yürüyüp giden de ben.

Ben bir denizim,
Kendi varlığı içinde taşan,
Uçsuz bucaksız,
Alabildiğine genişi
Kıyısız, hür bir deniz.

İki dünya da yok oldu gitti benden.
Artık ne bu dünyadan sorsunlar beni,
Ne o dünyadan.
  •  
Kimi olur temizliğimizi melekler bile kıskanır;
Kimi olur şeytan bile kaçar bizden.
Şu toprak bedenimiz,Tanrı emanetini yüklenmiş;
Maşallah çevikliğimize,
Nazar değmesin gücümüze kuvvetimize...
  •  
Hem ben tıpatıp sana benzerim.
Ağlarsan ağlarım,
Gülersen gülerim.
Asıl sen varsın orda,
Ben senin elinde bir aynayım

Sen yeşillikte bir ağaç,
Ben senin gülgen.
Ben senin gölgen olduktan sonra
Hemen gider kendime bir dost ararım
Kurmak için yanına çadırımı,
Ararım taze bir gül fidanı.

Sonra saki'nin kapısına varır,
Vurur testimi kırarım,
Sonra oturur bardak bardak içerim
Ciğerimden akan kanı.
  •  
Benim gönlümün kokusu
Yöresindeki topraktan gelir.
Ben o topraktan utanırım da
Nedense bir tek söz söylemem
Suya dair.
  •  
Kusuruma bakmayın benim dostlar
Ben davullara, bayraklara aldırmayan
Bir padişahın yoluna düşmüşüm,
Deli divane olmuşum.
Çok uzaklardan yürüyen bir adam gibiyim ben,
Çok uzaklardan geçen bir hayal gibi.
Ama yok da sayılmam hani,
Var olan bir şeyim ben.

Hadi!ben bensiz geleyim
Sen sensiz gel,
Ne varsa şu ırmağın içinde var,
Soyunalım şu ırmağa,hadi!
Bu kupkuru yerde yakınmadan gayri ne gördük,
Bu kupkuru yerde ne gördük zulümden gayri,





    Yağmur

    İnsanlar yağmura kâfir
    İnsanlar, saçak altları dolusu
    İnsanlar, balık istifi kedi ordusu
    Ben  ‘’Tanrım’’ derim
    ''yoksa bir deli ben miyim''
    Kollarımı sıvayıp dirseğime kadar
    Avuçlarımda yağmur demlerim
    ‘’Tanrım’’ derim ‘’Bu ne rahmet!
    Tek bilen ben miyim?
    Düşümüze gem vurmak boş,
    Düşenden dem turmaksa hoştur.''




    14.02.2011

    Mümkün mü Artık Dönebilmek?

    O değil de, dönem başladı yahu. Umut ediyorum ki bugün yaptığım kayıt son olur artık. biraz bu umut biraz da kayıt sürecinin pürüzsüz geçmesi mutluluğuma sebep teşkil etmekte.annemin bavuluma tıkıştırdığı börek ve kurabiyeleri de es geçmemek gerek..bir de arkadaşlarla buluşmak da paha biçilemez,sevgiler saygılar,yarışmacı arkadaşlara başarısızlıklar
    Neyse bugünden değil de öncesinden yani tükettiğim tatilimden bahsetmek istiyorum biraz da. İyi film izledim ama güzeldi de birçoğu. Annemin yemekleri de öyleydi. Yaptığım da oldu zaman zaman. Ciğer ve mercimek köftesi benden sorulur zira. Severim çünkü yemek yapmayı. Hele ki yemek pişerken kısık ateşte yakmak bir türkü, güzeldi işte.
    Ama arkada bıraktığına en çok üzüldüğüm yeğenim. İstemeden de olsa geldik işte kokusunu, mini mini ellerini, kirpiklerini, ipek gibi saçlarını, gıdısını, gülüşünü, henüz söz geçiremediği boynunu, hiç durmayan ayaklarını, hatta kusmuğunu bile. Biri kollarınızdayken bile onu özlediğiniz oldu mu? Gözlerinizin dolduğu? Olmuştur elbet, ama bendeki bu sevda çok yeni ve çok başka. Ben ilk defa soğukkanlılıkla bahsettiğim ölümden korkar oldum, onu daha fazla görememe endişesiyle. Farklı bir şey… Başka türlü bir şey…Bu sebeple ki, içime hapsettim bu saydığım güzelliklerini bir de yanıma dans ettiğimiz şarkıları, oynadığımız türküleri, bana öğrettiği ninnileri ve bir de birkaç foto alıyorum yanıma başka türlü telkin edemem kendimi sanırım...




    moco moco mucu mucu

    mocomocomucumucu gününüz kutlu olsun efendim,o değil de çok sikko bir gün bu yaa...sevgiyi bir güne sığdırmak ne komiktir ve de hediye almakla sevdiğini ispatlamaya çalışmak ne de sahtekarlıktır...

    13.02.2011

    All Roads to Ankara

    Ben ankara'ya döneyim
    En iyisi ankara'ya döneyim
    Yok yok ankara'ya döneyim ben
    Olmadı ankara'ya dönerim
    Hiç olmadı,ankara'ya dönerim
    En kötü ihtimal ankara'ya dönerim
    Off,off...

    12.02.2011

    Fark edişler

    Bugun fark ettim ki, bir insanın gamzesi ne kadar varsa gülüşünün güzelliği o derece katlanıyor

    Fark ettim ki, benim dilencilere para vermeyişimin sebebi, duyarsızlığımdan değil, bu güne kadar hiç sadaka vermemiş olmamdan. Ya layıkıyla veremezsem, ya ukala gözükürsem?

    Fark ettim ki,çirkin kadınların resimleri daha bir anlamlı oluyor.

    Farkettim ki,kıçımla televizyonun sesi açabiliyorum

    Fark ettim ki, ne zaman mutfağa girsem aynı türkü dilimde; keklik dağlarda çağılar(ekonun güzelliğinden olacak)

    Ve yine fark ettim ki,Karadutla damien rice şarkıları eşliğinde dans etmek ve sonrasında onun kucağımda uyuması kadar güzel birşey yok:)

    Sevgiler saygılar…

    10.02.2011

    Im Juli

    temmuzun ortasında güneşini arayan adamın hikayesi:IM JULI

    ben beğendim...


































    Daniel Bannier: Hi!
    Juli: You made it.
    Daniel Bannier: Nice to see you.
    Juli: Where's your date.
    Daniel Bannier: My darling, I've traveled thousands of miles, I've crossed rivers and moved mountains. I've suffered and endured agonies. I've resisted temptation, and I've followed the sun, so that I could stand before you and tell you I love you.











    Aytaç Karakuş - Hayal Milyarderi

    "...durup dururken 'sevgili istiyorum!' denmez ki kimseye. eğer öyle dersem beni de diğerleri gibi sanarlar. beni bir şey sanmalarını istemiyorum. sürüsüne bereket insan var 'ona şöyle yaptım, şuna yazılıyorum, buna çaktım." diyen. galiba bunlar birer terim. galiba değişik bir bilim var ve o bilimin insanları kendi aralarında atoma yazılmaktan, parçacık hızlandırıcıya çakmaktan bahsediyorlar. bu terimlerin ne anlama geldiklerini bile bilmiyorum. ama içimden bir ses onlar gibi olmamamı söylüyor. sonra ağız değiştirip, istesem de onlar gibi olamayacağımı, treni kaçırdığımı söylüyor. içimdeki ses geçen gün kuşların solungaçları olduğunu bile söylüyordu. çok garip bir ses. gitgide umudum azalıyor. yani azalacak bir umudum kalsaydı elbet azalırdı. hesaplarıma göre iki senedir kimseyle konuşmuyorum ve bu benim canımı çok sıkıyor. yani kaybedecek sevinçlerim olsaydı şimdiye hiçbiri kalmazdı.''

    9.02.2011

    Yürü be Hypatia

    Dün Kepler’in inancı ve sabrı hakkında bir yazı yazacaktım. Biraz da bilim felsefesine katkılarından bahsedip caka satacaktım. Ama erteledim. Bir sebebi varmış meğerse. Dün aslında adına vakıf olduğum ama külliyatından pek de haberimin olmadığı bir filozofun hayatını anlatan bir kesit filmi izledim. Bu filmi izlemeden önce Kepler’i pohpohlasaydım bu filozofa ayıp etmiş olacakmışım. ‘‘peki, kimdir bu filozof’’ dediğinizi duyar gibiyim. Adı Hypatia. Namı diğer İskenderiyeli Hypatia. Kendisi o zamanların üniversitesi kabul edilen İskenderiye'deki Museion'da felsefe, matematik ve astronomi dersleri veren ve epey sözü geçen bir bilimci. Üstelik de kadın. Ama ne kadın... Düşünün efendim bir kere; kendisi pagan olmasına rağmen geneli Yahudi ve Hıristiyan senatörlerden oluşan senatoda bile yönetimle ve politikayla alakalı konularda sözü geçmiş, senatörlerden kölelere kadar birçok kişiyi kendine âşık etmiş, zeki, idealist, kararlı ve güzel bir kadın. Evet, türünün son örneği diyebileceğimiz cinsten. Yine de, bu saydığım vasıfları, Hıristiyan yobazları (Başta İskenderiyeli papaz Cyril) tarafından cadılıkla suçlanmasına ve de acımasızca taşlanarak katledilmesine engel teşkil etmemiş ki gözünü kan bürümüş din savunucularının kurbanı olmuştur. Hâlbuki o çok tanrılılar ve Hıristiyanlar arasındaki çatışmaların hiçbirinde görülmemiş, kendine ve öğrencilerine özgür ve entelektüel bağımsızlık istemiştir.
    Filmi izlerken aklıma bir soru geldi, biz bilimle uğraşıyorsak Hypatia’nın uğraştığı nedir. Kopernik’ten önce güneş merkezli bir sistem üzerine düşünmüş ve Kepler’den yüzyıllar önce de dünya yörüngesinin eliptik olduğuna kanat getirmiş olduğunu düşünürsek biz bilim yapmıyoruz sevgili mühendis arkadaşlarım ve saygıdeğer bilimciler. Hangimiz hayatımız söz konusu olduğu vakitler bile felsefeyi dinden üstün tutacak kadar cesur olabilir ki? Hypatia'nın onu bir seçime zorlayanlara verdiği ''Pazarlık ve inançtan söz ediyorsun'' sözü, mevcut dinsel istismarın ve onun bu konudaki kararlığının çok net bir özetidir. Aslında onu bu sebepten ötürü cezalandıran Hıristiyanlık da onun eliptik sistemini kabul etmiştir yüzyıllar sonra. Şimdi bu bilimdeki yüzyılları bulan geri kalmışlığın bedelini kim ödeyecek? Neyse yine sustum…susturulduk…
     

    NOT: Önce The Fountain sonra Agora, bayılıyorum sana Rachel Weisz

    NOT: Hypatia’nın adı özel isim gibi algılamayan Office 2003’e buradan sesleniyorum; düşene bir de sen vur emi… Saygılar…



    Zarf




    Bu mektubu senin kalbine yolluyorum
    El yazısıyla değil kül yazısıyla
    Yazıyorum ilk defa güzel adını
    Kardeşim benim külkardeşim
    Ancak bir rüzgar postası taşır bu zarfı
    Bu uzun havalarda, bu yanık havalarda
    Hafiftin, zarfın üstündeki pul gibi uçucu
    Şimdi öyle ağır ki külün
    Temmuz yandı, şiir yandı, dil yandı
    Külün daha uzun sürecek hayatından
    Mektup yanar, zarf yanar, pul yanar bundan.

    NOT:
    ama olmaz ki
    böyle de yazılmaz ki...

    Gideri Olan Şehir, Lüleburgaz


    Bu şehri seviyorum. Akşamları kömür kokan havasını, yola taş döşeyen işçilerini, evine dönmekte olan dayılarını ve amcalarını, Annemin ‘ o markete git, oradaki kız çok güzel’  deyip de yolladığını ve her nedense benim de gittiğim o marketi, güzel ve güler yüzlü insanını,   tozkoparan gençliğini, romanını, at arabalarını, güne giden kadınlarını, her günü bayram olan delilerini, ne bileyim çarşısını işte, çarşısında bozasını pasajlarını kendince çapı olan cafe’lerini, oralardaki anılarımı, Edirne bayırını, bayırın hemen üstünde batan güneşini, Avrupalı görünüşünü, Anadolulu hissiyatını, türkülerini, ritmini, ahengini, bir o kadar da dinginliğini, her şeyini işte…  

    Ben Biraz da EYLÜL'üm

    Ben biraz da eylülüm
    Sararmaya yüz tutmuşsa rengim
    Her an düşeyazacak gibiyse yaPrağım
    Ve biraz da yalnızsam

    Ben biraz da eylülüm
    Daha başından belliyse kışın geleceği
    Bu yüzden her duygum biraz  hüzünse
    Dağınıksam, renksiz ve sürükleniyorsam

    Ben biraz da eylülüm
    Kırgınsam,istemeden kırılıyorsam dalımdan
    Ne zaman aynaya baksam
    Gözümde bir üzünç akıntısı varsa

    Ben biraz da eylülüm
    Ben biraz da doğduğum ayın adamıyım
    Eylül kadar suskunsam, konuşmak güçse
    Ne olur kusuruma bakma…
    Ben biraz da eylülüm

    7.02.2011

    Şiir de Bitti...

    Yarım paket sigaram var daha, bir de bir deste kibritim. Bakmayın; çok içmem aslında. Arada bir özenirim çok sevdiğim bir şaire. Yazmak gelir o anda içimden, yakarım bir tane. Ama bulamam o şairin sözcüklerini. İçim söyler de, el mahkûm, dilim nasırlı. Dilim acır ne zaman bir şiir düzsem. Kızarım şiirin ta kendisine. Oysa şiir dediğin nedir ki, kahpe bir heves gibi gelip geçici. Küfür de sayılabilir, bir nevi... Biliyorum o şair de sağlam küfür ederdi... Öte yandan kızamıyorum şiire... Nasırdan bihaber pamuk dilimin, efkârımın devrinin hatırı var şimdi. Bir vakitler, gönlümü ne hoş, beni de ne sarhoş eyledi. Rakıyı da kendine meze etmedi mi. Biliyorum, o da sahibini arar durur. Beni ne yapsın. Şehvetli dudaklardan çıkmak vardı ya da onların arasında erimek. Titrek bir kanarya kanadına konmak vardı, göçmek vardı bir dilberden başka bir dilberde... Bıkmış olmalılar ki bir sarhoşu teselli etmekten, sigara paketlerinin üstüne yazılmaktan, gittiler... İyi ki, sözcüklerin tamamını aldı şiir giderken. Bir satırda başka bir kelimenin asla dolduramayacağı boşluklar her zaman hüzünlendirir beni... Bir şiirin yalnızlığı, noksanlığı gibi ve bendeki bu suskunluğun lisanı gibi sözcükler de gitti sessiz sedasız, yitirdim... Bu kadar, şiir de bitti.

    Aylak Adam


    "Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanalar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez."

    "-Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı.
    -Anlamadım.
    -Tutamak sorunu dedim.Dünyada hepimiz sallantılı,korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz.Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır.Tramvaylardaki tutamaklar gibi.Uzanır tutunurlar.Kimi zenginliğine tutunur;kimi müdürlüğüne,kimi işine,sanatına.Çocuklarına tutunanlar vardır.Herkes kendi tutamağının en iyi,en yüksek olduğuna inanır.Gülünçlüğünü fark etmez.Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım.Öküzleri besiliydi,pırıl pırıldı.Herkesin, "-Veli ağanın öküzleri gibi öküz yoktur,"demesini isterdi.Daha gülünçleri de vardır.Ben toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü,sahteliğini,gülünçlüğünü göreli beri,gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum; gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimizi, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!"

    "Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Ama 5-10 dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzlü, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar." 

    "Siz anlanamaz, sen anlanır. Bazı kitaplarda sizi seviyorum'u okuyunca gülerim. Sanki siz sevilebilirmiş! Sen sevilir, değil mi?" 

    "Belki de insanlar kendi kendilerini düşünmek, hayaller kurmak için yeteri kadar yalnız kalamadıklarından anlayışsız oluyorlardı."

    "İnsanlar haksızken daha çok bağırır."

    "İki insan ayrılırken birbirlerinde bir şeyler bırakıyorlardı."

    "Olanla yetinerek, aramadan, düşünmeden yaşanılsın diye yaratılmış bir dünyada yalnızdı."

    ‘’Bütün çağların trajedisi bu, Ku-ya-ra; 'Kumda Yatma Rahatlığı' A-da-ko: 'Ağaç dalı kompleksi' Şimdi kumda yattığım için kuyara diyorum. Daha da genişletilebilir. Kuyara, alışılmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlıktır. Düşünmeden uyuyuvermek. Biteviye geçen günlerin kolaylığı. Ya adako? Ağaç dalındaki, gövdeden ayrılma eğilimini farkettin mi bilmem? Hep öteye öteye uzar. Gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu. Özgürlüğe susamışlıktır. Buna ben 'ağaç dalı kompleksi' diyorum. Genç hastalığıdır. Kuyara dişidir çoğunlukla. Adako erkek. Pek seyrek cins değiştirdikleri de olur. Ağaç dalı kompleksine tutulmuş kişi tedirgindir. İnsanların ağaç dallarını budayıp gövdeye yaklaştırdıkları gibi, yakınları onun içindeki bu Adako'yu da budarlar. Onu gövdeden ayırmamak için ellerinden geleni yaparlar. Kimi insana ne yapılsa yararı olmaz. Asi daldır o. Ayrılır. Balta işlemez ona.’’

    "Temmuz 23'ün yanına yalnız iki kelime yazılmıştı: "Onu seviyorum." Buna da inanmadı. "Yalan! Beni sevseydin o günün 23 Temmuz olduğunu bilmezdin." "

    "Gökte bulutlar vardı, su katılmış rakı renginde.."

    ‘’Bunca lüzumsuz eşya vardı da, neden en gereken, bir sigara küllüğü yoktu. Kadınlar da böyleydi. dünyada gereğinden çok kadın vardı ama, yalnız bir teki yoktu.’’

    Keşke, Asla

    İki kelimeden ibarettik
    Sen benim için keşke’ydin
    Ben senin için asla’ydım
    Ve ne zaman bir araya gelsek
    Her şeyi mahvettik
    Anlamsız bir cümle gibi
    Sarf ettik aşk denilen şeyi
    Biz onun lisanını hiç çözemedik

    6.02.2011

    Bitik

    "...birbirine karıştırmadığım çok az hatıram kaldı. bir ânı, bir olayı yahut bir kişiyi hatırladığımda; onun gerçek mi, rüya mı yoksa tamamen kendi uydurduğum bir şey mi olduğunu artık anlayamıyorum. çok rezil şeyler hatırlıyorum. 'yok artık' diyorum, 'ben bunu hayatta yapmam, kesin uydurdum bunu, aslında böyle bir şey hiç yaşanmadı.' sonra 'hayatta yapmam' dediğim ne çok şey yaptığımı hatırlıyorum. sonra onları da uydurmuş yahut rüyada görmüş olabileceğim üzerine sayısız tez üretiyorum. öyle bir noktaya geliyorum ki, en sonunda 'ya doğmamışsam?' diyorum. ya bütün bunları hayâl ediyorsam, ya ben yoksam? çünkü hiçbir şey olamadığımdan o kadar eminim ki. ne sevgili olabildim, ne de evlât, ne uyumlu yaşayabildim, ne de kabuğuma çekilme mertliğini gösterebildim. bunlar yetmezmiş gibi sağdan soldan imrenmeciler fırladı. sanki büyük bir insanmışım, sanki magazin eki ünlüsüymüşüm gibi gelip bana imrendiler. onlara hep böyle bir hayatın çok büyük bir bedeli olduğundan bahsettim, ama buna ben de inanmadım. sadece başımdan gitmelerini istiyordum. onlara hiçbir şey anlatmak istemiyordum. suratlarını görmek bile istemiyordum. kendimden ne kadar nefret ettiğimi bir insana anlatmak istemiyordum. gerçi eskiden istiyordum. bir insanı karşıma alıp "bak!" diye başlayayım, ne kadar iğrenç bir insan olduğumu, kendimi hiç sevemediğimi anlatayım. eskiden böyle isteklerim vardı. bir gün geldi ve bu isteklerin tümü kayboldu. yahut böyle isteklerim hiç olmamış da olabilir, bunların tümünü uydurmuş olabilirim. hatta hâlâ kendimden nefret ettiğimi de hesaba katarsak, aslında şu ânı bile hayal ediyor olabilirim. şu anda ne olduğumdan, nerede olduğumdan, ne yaptığımdan hiç haberim yok. yaşamayı bırakalı çok oldu. şimdi kendi hayatım, milattan önce bir araya sıkışmış ve hakkında çok az şey bilebildiğim, bildiklerimin yarısının da düzmece olduğu bir düğün töreni gibi. hangi kitapta okuduğumu bile hatırlamıyorum..."

    alıntıdır...

    4.02.2011

    The Color Of Paradise


    ''Allah’ı bulana kadar ellerimle her yere dokunacağım ve bulduğumda da, kalbimin bütün sırları dahil, her şeyi anlatacağım.''


    Üçüncü Sayfa Haberi

    Seni sevişim
    Bir trafik kazası gibi oldu
    Fark etmeden ve ansızın
    Çarptık bedenlerimize
    Senin gözlerin kapalıydı
    Ben zaten yolumdan çıkmıştım
    Sen can çekişiyorsun şimdi
    Hala nefes alıyorsun
    Kesik kesik
    Kendimden haberim yok
    Üstüm gazete kaplı
    Üçüncü sayfadan öğreniyorum
    Bir ölü bir yaralı

    Masal

    Zararın neresinden sapsam yine zarar oluyor
    Soruyorum sana dev gibi yüreğim
    Ne cüceler sevdin de boyun mu uzadı sanki
    Sevdan masaldı da iyi mi bitti sanki
    Sevdiğin bir prenses vardı hani,
    Onu öpmeye tenezzül eden bir prensin koynunda şimdi
    Kendi geleceğini düze çıkarırken
    Yerle bir etmedi mi iskambilden kulelerini
    Kasıklarında ezmedi mi aşk denilen şeyi
    Dilini en mahrem anılara sürüp de bulamadı mı günahına
    Düş ama kalkama emi,kal öyle, hoş da kalma
    Ben mutluyum şimdi, huzurluyum
    Bir gün bir prenses öpmeye kalkarsa ben de prens olurum

    NOT:anasını satayım,düz yazı olacaktı sözde...neyse:(

    2.02.2011

    İyiyim

    Ben iyiyim
    Gerçekten iyiyim
    Yemin ederim
    İki gözüm önüme aksın ki
    Vallahi bak
    Bak ama
    Bakmakla da kalma
    Gör beni
    Ta içimi…


    Bugün



    —Bugün o gün mü?
    —Evet, o gün, her şeyin başlayacağı gün…
    —Ne yapalım peki?
    —Öylece yürüyelim
    —Ne tarafa peki?
    —Şu tarafa
    —Ver elini…


    Ayten Alpman - Sensiz Olmaz


    Bildiğim her çiçekten daha güzeldi
    Bir gelincik tarlasını kucaklar gibi kucakladım onu
    Koklayarak kışın ortasında gelmiş bir baharı
    Dans ettik beraber, salındık renkten renge
    Güzelliğin tohumu kanıma atılırken
    İçimde renk renk çiçekler biterken
    Sen uyudun öylece, ben seni izledim bütün gece

    Not:-karadut’a

    1.02.2011

    Şükür Yarabbi

    Mevsimlerden ilkyaz
    Bir kirazın altında iki kişi
    Biri masumiyetin bakir kızı
    Diğeri bir oğlan, bir bulut hırsızı
    Kız esmerlerin alası,
    Elinde de kâğıt helvası
    Arada bir gülüyor
    Oğlansa esmerin aşığı
    İçinde bir gülüşün yanığı
    Umudu var sadece bulutlara sarmaladığı
    Fakirin aşı ya umut
    O da umut ediyor, mutlanıyor
    Yedikçe yiyesi geliyor
    Yutuyor durmadan ama kusmuyor

    Bir Garip Veli

    Adsız

    Ben, bir cesedin kadim yoldaşı
    Hiç dokunulmamış bir Cumanın
    Hiç gün yüzü görmemiş bir gece vakti
    Güneş kadar sevdiğimden ayrıldım
    Hüzünlüydü yazılan ne varsa yazgı niyetine
    Ve katran damlıyordu gecenin kirpiğinden
    Kandilim ürkek yıldızlardı sadece
    Sırtımda boylu boyuna uzanmış yine aynı cenaze
    Yürüdüm… Dağ, tepe, taş, toprak…
    Nereye baksam adsız bir mezar taşı
    Her birinin başucunda
    Gözyaşıyla beslenmiş,
    Toprağın tuzuna çoktan destur vermiş,
    Güle öyküneyim derken kan tüküren çiçekler…
    Ve dört bir yanım Yakup hüznü
    Anladım, tam vaktidir ölünecekse
    Birkaç damla yaş düştü önce
    Her defasında mil çekiliyormuş gibi gözüme
    Yine de yüzümde tanrısal bir gülümseme…
    Dedim ki, ne güzel ölüyorum Tanrım
    Şimdi ben ölüyüm sere serpe
    Şimdi ben ne kadar da ölüyüm
    Ne kadar masumum günah yargıçlarına inat
    Bir kül zerresi kadar da hafifim
    Yorulmuşum bu cenazeyi taşımaktan

    Ve adsızdır benim de mezar taşım
    Taşta değil, toprakta bir ateştir adım
    Ben ateşi canıyla harlayan bir canım