12.07.2011

Ankara'dan Giderken

Ankara’dayım hala. Ankara’yı bilenler için kendimi, daha doğrusu içinde bulunduğum hissiyatı daha iyi betimlemek için belirtmeliyim ki; şu an ‘Kurtuluş’un en yüksek yerinde konumlanmış bir evde, evin salonunun penceresinin önündeki masada oturuyorum. Pencere ahşap. Pvc olsaydı eğer ortam ve durum bu kadar etkileyici olmazdı diye düşünüyorum. Tam karşımda hiç gidemediğim Ankara kalesi kırık dökük ama dimdik hala. Biraz daha solumda ise anıtkabir. Ankara’da iki Rumelili diye düşünüyorum bu sefer de. Kendimi Atama biraz daha yakın hissediyorum. Güneş ise kalenin ve atamın kabrinin tam ortasında bir yerde batmak üzere. Güneş hemen başının üstündeki cumulus bulutlarının kendisinden yana sınırlarını kızıllaştırıyor. Biraz da mor katarsak tasvire daha doğru olacak gibi. Anlayacağınız her şey bir ahenk içinde. Bir şeyler yapmalı etmeli diyorum bu görüntüyü hapsetmeli beynimizin bir yerlerine. Yalnızlığımı da fırsat bilip tüm duyularımı gözlerime hibe edip başlıyorum içime çizmeye belki de kazımaya. Nemelazım bir gün özleyeceğim tutar. Böyle diyorum diye yanlış anlaşılmasın Ankara hakkındaki fikirlerim o kadar karışık ki. Bir yanım gitmek ister buradan. Diğer yanımınsa almış başını melankoli. Gitmek istiyorum çünkü Ankara’yı memleketimden daha sarı yapan bir şeyler var. Kışlarınıysa daha soğuk. Oysa her iki şehir karasal iklim kuşağında yer alıyor coğrafya bilimine güvenirsek. Ankara ‘nın bu sarı sıcak halleri memurların bezginliğinden mi, işçilerinin solgun benizliğinden mi, bir yanı benim gibi Ankara’ya alışmak zorunda hisseden misafirlerinden mi bilmiyorum. Belki de havadaki fazla kükürt oranından bilemiyorum. Bir şeyler hep sarı ve böylesi bir sarı benim gibi buğday başaklarına ve ayçiçeği yapraklarına alışkın misafirler için kendimizi bu misafir topraklarda rahatsız hissetmek için fazlasıyla geçerli bir sebep. Soğuğuna gelince; tam bu noktada yine coğrafya kitaplarında yer almayan ve sebebi tam olarak anlaşılmamış bir soğukluk söz konusu. Ben bunun nedenini bu şehre gereğinden fazla ciddiyet yüklenmesine bağlıyorum. Ankara sadece çocuk bayramlarında ciddi olmak zorunda olan bir çocuk değil maalesef. O hayatının her günü ciddi olmak zorunda olan bir çocuk benim nazarımda. Elimden bir şeyler gelse keşke. Ya da gelseydi. İşte tam da böyle ya sarı sıcaklığından ya da beyaz soğukluğundan yakındığım zamanlarda şiirlere sığındım. Zaten şiirle de Ankara da tanıştım desem yalan olmaz. Hani dillere pelesenk olmuş şu dizeler mesela; Ankara’ya öyle yakışırdı ki kar, buz tutardı resmi yalanlar… diye devam eden bir yılmaz Erdoğan şiiri ya da ‘’bende tarçın sende ıhlamur kokusu yürürüz başkentin sokaklarında’’  diye başlayan Cemal Süreya şiiri. Hiç olmadı akla bir Ahmet Telli şiiri takılır: ‘’gidenler nerde kaldılar özledim gülüşlerini, bir şehri güzelleştiren yalnız onlardı sanki’’.

Ankara’dan gidenler çok oldu ve her biri Ahmet telli’yi haklı çıkartacak kadar güzel gülerdi. Tüm o kükürtlü havayı tüm o cumulus bulutlarını sırıyıp güneşi getiren açtıran, bu şehri de güzelleştiren onlardı sanki. Yoksa ben bir pencere dibinde oturup sadece Ankara için içlenecek adam mıyım? Ankara kendi başına da iyi gider tabi böylesine bir manzara karşısında fakat tüm o özlenenler rakısı değil midir bir kavunun. Efkârı değil midir benim şu önünde oturduğum masanın? Bir de öyle zordur ki kavun bitmeden önündeki rakının alınması, hesabın getirilmesi. Geçmişim olan, yaşanılan her bir şeyin ve belki de yarım kalmış bir şeylerin özeti olan o rakı bardağının öylece kaldırılması öyle koyar ki adama hele ki en somut örneğiyse Ankara’yı sevme nedenimin, sevdiklerimin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder