31.08.2010

ya göründüğün gibi ol ya da olduğun gibi görün.

Birkaç önceki yazımda da belirtmiştim, geceler düşünsel ve yazınsal alanda kendimizi ortaya koyabilmemiz için büyük bir velinimettir. Bu gece de başımı yastığa koyduğumda gün boyu en çok kendimizi kandırdığımızı düşündüm. Başkalarına samimi görünme ya da yaranma niyetimiz kendimizden ödün vermemizi şart koşuyor bizden. Örnek verecek olursak; iş hayatında yer edinebilmek için işverenin suyuna gitmek… Öğrenciyiz diyelim, hangimiz okulunda davrandığı gibi aile içinde de davranabilir? Karşıt cinsten hoşlandığımız vakitler ilk sorduğumuz ‘’ne tarz müzikler dinliyorsun’’ gibi sorular biraz da takındığımız yapmacıklığın altından başarıyla kalkmak için değil midir? Bunun gibi örneklerden kaç tane sıralayabiliriz, kaç parçaya ayrılıyoruz sahi? Kaç şablonumuz var bize ait? Yüzlerce sanırım. Aynalar bile çaresiz kalmış, ayna ayna söyle bana dediğimiz her vakit, söyleyememişler. Yorulmuşlar yüzlerce benliği karşılarında buluvermekten. Sonunda aynalardan da medet ummaz olmuşuz bazılarımızsa küsmüş. Mevlana hazretleri de aynı şeyi düşünmüş olacak ki zamanında o kıymetli sözünü bağışlamış bizlere: ya göründüğün gibi ol ya da olduğun gibi görün. Hepimizi bu çoklu benlikten kurtulmak ve bunca kaybolmuşluğun içinde silkinip kendimizi bulmamız için bizi davet etmiş. Davete icabet etmek uygun düşer, hele ki böylesine yüce bir zattan gelmişse. Bunun yanında psikoloji âlimleri de Mevlana hazretlerinin hoşgörüsüne sığınmış olacaklar ki şöyle düşünmüşler: bireyin günlük yaşamdaki ihtiyaçlarıyla ilişkili olan tavırları vardır. Bilinç ile bilinçdışı arasında sürekli bir yer değiştirme söz konusudur ve aralarında belirgin bir ayrım yoktur. Ne düşüneceğimizi önceden tahmin edemeyiz, bilinçli isteklerimizden bütünüyle farklı bir yönde beklemedik düşünceler oluşabilir. Bunu da ‘’persona’’ diye tanımlamışlar. Ne tesadüftür ki persona’nın antik yunanda anlamı maskedir, hani şu tiyatro sahnelerinde kullanılandan. Benim fikrimi soracak olursanız, tiyatroyu ustalarına ve sahnesinde bırakalım, hayata salıvermeyelim. Keza madden olmasa da manen yorucu gibi tek bedende bunca alt benlik ve madem aynalar da uzaklaştı bizden, her bir benliğimizden ,biz kendimizin aynası olalım ve sadece olduğumuzu hissettiğimiz şeyi gösterelim…

30.08.2010

Heveslerden Resim...

Heveslerden bahsetmişken bir arkadaş, ben de değineyim dedim bu konuya. Heves saman alevi gibi gelir geçer görünse de kimi zaman, yeter de artar çerçöpe dönüşen arzu dünyamızı tutuşturmaya. Evet, belki titrek bir kibrit alevidir heves; ha söndü ha sönecek ama kâfidir çerağ uyandırmaya. Yanmıştır da belki gün ortasında; gündüz vakti yanan çerağın kime ne faydası dokunmuş. Ne yapacağımızı bilemediğimiz, yalpaladığımız bu karanlık zamanlar ışığın kadrini kıymetini bilmek içindir. O sakındığımız hatta korktuğumuz karanlık besler ışığı. Açıkçası, böyle düşünmemin bir sebebi de kendi karanlığımın uzun sürmesi ve uzun zamandır beklediğim o ışığın ben geliyorum diye bağırması. Bugün yarın kapıma dayanır en vefasız ama aynı zamanda af dileyen tavrıyla. Bu sefer resim için gelse gerek. Uzaklardan alı al moru mor biz ışık huzmesi karanlığa iyiden iyiye alışan göz bebeklerimi zorluyor çünkü. Yeni bir güne uyanmak gibi bir şey bu. Tek tek düşen cemreleri sayıp da baharı beklemek gibi... Heyecanlıyım evet çocukluğumda resim yaparken olduğum gibi. Zaten resimle uğraşmanın kendisi çocuk olmak gibi. Zamanla büyürken küçülttüğümüz hayalleri kâğıt üstünde yeniden büyültmek gibi. Mor bir deniz, uçan insan, ağlayan ağaç, gülen güneş, bacası tüten mutlu ev… Hepiniz hoş geldiniz şimdiden ve tabi sen, en sert kışlar sobanın arkasına serilmiş döşek üstünde küçücük resim defterine hayallerini fısıldayan küçük çocuk, sen de hoş geldin şimdiden…

29.08.2010

Benim Güzel Perilerim, Siz Yine de…

Bir ağustos gecesi… Saat sabahın ilk saatleri, akreple yelkovanın amansız yarışını izlerken göz ucuyla, kendi içimde de bir mücadelenin var bulduğunu idrak edebildim ansızın. Uykuya dalmadan önce günü kurtarma çabasındaydım hala. Boşa harcanmış gündüz vakitlerinden sonra gecelere bel bağlamak belki…’’gece vakti uyumaktan başka ne yapılabilir’’ da diyebilirsiniz. Fikrimce, düşünsel ve yazınsal alanda kendinizi ortaya koyabilmenizin yolu yalnızlıktan geçer ve yalnızlık da en çok gecelere tekabül eder. Geceler bazılarına göre zifiri karanlıktır bazılarına göre aslında aydınlık. Günle kaybolan gölgeler varsa, geceyle ayyuka çıkan aydınlıklar neden olmasın ki? Ben gibi birçoğu buna ilham diyor. Pek tabi. Ama J. M. Barrie şöyle diyor; kim bir yerde ilham derse orda bir ilham perisi ölüverir. Bu durumda bırakalım da ilham perileri gönül rızasıyla geliversin. Bize düşen uygun ortamı hazırlamak olsun; benimkisi de yukarda dediğim gibi geceler oluyor genellikle ve yalnız kalabildiğim bazı gündüz vakitleri.
Bu günü kurtarma çabasının yanında geceleri ayakta olmanın bir sebebi daha var ki, o daha acı bir gerçek; hep aynı sabaha, değişmeyecek olan güne uyanmak aynı sıradan işleri yapmak(birkaç bilgisayar oyunu oynamak bazı sanal sosyal sitelerde sosyalleşme gayreti, birkaç televizyon programı izlemek, biraz alışveriş) hatta bu yaptıklarını fark edememek bile. Ne var ki; bu sanal sitelerden, oynadığım oyunlardan, süpermarketlerden ya da TV programlarından teki bile değişmiyor. Bu durumda uyumayı reddetmek kaçınılmaz gibi, şayet bu bahsettiklerim sizi rahatsız etmiyorsa. İşte bu yüzden benim uyku perim ile ilham perim eskiden beri süregelen bir savaş içerisindedir. En az akreple yelkovanın savaşı kadar da kıran kırana ve mutlak. Yüksek sesle UYKU ya da İLHAM desem belki son bulacak bu savaş ama ya Barrie’nin dediği doğruysa? Gel gör ki; iyelik ekini ekleyip benim demişim, uyku perim ve ilham perim diye benimsemişim ikisini de. İşte bu yüzden ne uyku derim ne de ilham birinden biri ölüvermesin diye… Birinden biri yoruluverir elbet kılıç sallamaktan.

Benim güzel perilerim siz yine de BENİM İÇİN KAVGA ETMEYİNİZ.

25.08.2010

Herdem Hemdem

su niyetine can suyumuzu,kanımızı koyduk.çay içinse biraz hayat.hayat derken hayat işte;acısı, üzüntüsü, sevinci, huzuru,inişi çıkışı,zorluğu kolaylığı, uykusu uyanışı,ayrılıkları,kavuşmalarıyla aklınıza gelebilecek her renk ve her doku.sonra kanımızı canımıza kattık ekledik hayata.ulaştık sanki hemdem olmuş bu harmana.bekledik biraz.tam usandığımız anda ''zaman'' diye fısıldadı biri ve yineledi ''zaman!''.eksik gibiydi birşeyler;''yeter mi?''diye sordum.''ateş gerek a oğul.''dedi en sıcak sesiyle,''ateş içinse aşk,muhabbet ve selamet.''.sonunda insan kanı,aşk rengi kızıl bir dem çıkıverdi ortaya.gözümüz deme baktı.baktı da,doymadı yine de.muhabbet eksik kalmıştı.bundan dolayıdır ki gözler herdem hemdem olan kişiyi arar o gün bugündür...