30.01.2011

Tasvire Şayan Çocukluğum V: Metin Abi…

Gönlünden daha temiz o beyaz sayfaya,
''Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Bu kurtlar sofrasında belki zor
Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Sus deyip adınla başlıyorum, sevgili kardeşim burhan…''
Diyerek başlamıştın yazacaklarına. Yazacağın çok şey vardı daha. Eksik kaldı. Sen şu kısa boylu ömründe nasıl bir yaşamak umdun, umduklarını hayatına sığdırabildin mi bilmiyoruz. Bu bilinmezlik senin gibi bir adamın erken ölümüyle birleşince, ölüm ne kadar da zor geliyor insana. Sevildin mi yeterince sevdin mi, düşündüklerin, yazdıkların nerde şimdi? Hiç birini bilmiyoruz. Gömdük mü tüm soruları bir duayla? İnsanın aklına sığmıyor. Hele ki sen yaşarken hala, sevdiklerin, ailen, akrabaların arasında temizliğinle, kılık kıyafetindeki özenle, kadirşinaslığınla, yakışıklılığınla, naifliğinle, saygınla, terbiyenle, yaptığın yemeklerle ve bende ise bu yazdıklarınla. Senden bir tane daha yoktu bu sülalede
Toprağın bol olsun Metin Abi…

Sana Layık Değilim

Sadri abi bu filmde de şofördü. Adı da Osman’dı. Türkan yine her filminde olduğu gibi inadına güzel. Efendilik, güzellik, nezaket, alçakgönüllülük hepsi onda... Kâğıt helvası da yiyor, daha ne olsun. Umut fakirin ekmeği derler ya, sen de ye Osman abi, sev sevebildiğin kadar. Hem Sadri abi’nin filmde dediği gibi o da insandı ulan, ne kadar aciz, ne kadar sakil, ne kadar çirkin olursa olsun, o da insandı, onun da sevmeye hakkı vardı, sevecekti tabi. Sevdi, hem de onu makamların en hicazından söyletecek kadar:
Osman ; ‘’yani bir ara kapansam ayağına, “ölüyorum” desem, “ölüyorum türkan’a” be. “ya acıyın bana, bütün ömrümü” desem, “yani onu mesut etmekle, çalışmakla, sevmekle desem” yani böyle yani, Allah be!’’

Türkan’ın kör olan gözlerini ameliyat edebilmek için tek ekmek kapısı olan, James Bond filmlerinden fırlamış kız gibi arabasını satacak kadar, bağrına taş bassa da onu sevdiği adama, Ekrem’e kendi elleriyle bırakacak kadar sevdi. Hiç dokunmadan, ne kadar istese de öpmeden. türkan aralarında şu konuşma geçerken abi dediği Osman abisinin omzuna yaslamıştı oysa güzel başını:
Türkan ; “Abi, hiç.. hiç sevdin mi sen de benim gibi?”
Osman ; “Ben?”
Türkan ; “Hiç aşık oldun mu, abi?”
Osman ; “Evet, tek.. tek bir defa.”
Türkan ; “Sonra?”
Osman ; “Sonra.. sonra çok sevdim.”
Türkan ; “Ya o?”
Osman ; “O bilmiyordu ki. Bilse.. belki, kim bilir. Ama, söyleyemedim.
Cesaret edemedim. Sonra, belki..”
Türkan ; “Uzakta mı şimdi?”
Osman ; “Her an, her saniye böyle… Böyle yanımda. Tıpkı senin gibi. Ama, gene de o kadar uzakta ki.”

Hani şimdi nerde o siyah beyaz filmlerdeki aşklar diyoruz ya, işte tam o cinsten bu film de. Filmin adı ‘Sana Layık Değilim’. ‘Nerde o eski aşklar’ lafı da bana komik gelmiştir hep, bu lafı dillendirenler gözümün önüne gelince bir de. O eski aşkları maziye gömen, şehvetle aşkı birbirine karıştıran, sonra bu aşkları hiç var olmayan bir gezegen de yaşanıyormuş gibi ağzı açık izleyen yine siz değil misiniz? Bu film sizin için tabir ettiğiniz gibi bir aşk filmi olamaz. Bu film sizin için ancak fantezik ve sentetik bir film olur. Sözüm ona, siz yine sevin. Seviyorsunuz ya hem ne kötülük var bunda…

Not: mümkünse gece yatmadan önce bir Yeşilçam filmi, dahası da mümkünse bir Sadri alışık filmi

İyi geceler

29.01.2011

Fotograf

Şiir Şehir İstanbul


-Şu istanbul'a bak şehir değil adeta şiir
-Evet, hem de yeni şiirlerden; bir tarafı bir tarafını tutmuyor

Ey Aşk

Ey aşk!
Kafamdaki arsız bit istilası
Göğsümü mesken tutmuş bu sancı
Sen, dilime küfrü iliştiren
Sen, uykuyu düşman eden
Sen, aldırmaz sakini gecelerin
Bilirim, altı da üstü de cehennemdir
Çiçekli olsa da bir yorganın
Kuş tüyü olsa da bir yastığın
O cehennem ki,
-Gece midir, yoksa aşk mıdır bilinmez-
Afilli bir bilmecedir
Ey aşk, gece gece yorma beni
İyisi mi, sen var git yoluna
Ben de rahat rahat öleyim

25.01.2011

Esas Oğlan, Ben!

Elbette kendime sevdiğim kitaplardaki karakterlerden yol arkadaşı seçtiğim oldu. Hatta zaman zaman kendi yoluma çıkan bazı beklenmedik durumlar karşısında, o karakterlerin cümlelerini, kelimeleri kullandığım da. Yerinde tümceler kullandıktan sonra bunda hiç bir sakınca görmedim, evet. Ama ben o cümlelerin hiçbir sahibinin öyküsü çalmadım. Kendi öykümün esas oğlanı oldum. Oturdum üşenmedim, yazdım kendi öykümü. Yorulduğumdaysa esas oğlan olmayı bıraktım. O zamanlar da bile öykünün bir yerine iliştim. Sırf kendi öykümün çekiciliğini arttırmak için kitaplarda bize sunulmuş ama gerçek dünyamızla uzaktan yakından alakası olmayan durumlara soyunmaya yeltenmedim. Kelimeler herkesindir ama öyküler sahiplenmez bunu bilirim çünkü… Bu acizliğin ta kendisidir. Belki şiddetli bir katılık benimkisi. Ama kitaplardaki kahramanların karakterlerine, yaşadıklarına öykünüp, laflarımım allayıp pullayıp ortalıklarda caka satmıyorum, yaşadıklarının tamah bir şey olduğunu, kendimin olduğunu düşünüp. Yoksa ben de bilirim kitaplarda vuslat anı esas oğlanla esas kıza nasıl biçilir, hüznün dibine nasıl vurulur, bir sevda nasıl yitirilir ya da bir sevda nasıl yaşanılır. Hepsini bilirim de, ben kendi sevdamı yaşarım be arkadaşım, kitaplardaki gibi değil, Shakespeare ’in, Fuzuli’nin dediği gibi, şairin, yazarın yazdığı gibi değil, bana yazılmış gibi, benim yaşadığım gibi yaşarım…

24.01.2011

Su

Su işte,
Eli mahkûm akar
Kaçmak için,
Durulmak için
Kendi kirliliğinden
Gerçeklerden, kendinden
Akmasa,
Kimse ona yüz vurmaz sanır
Neden aktığı kadar
Nerden aktığı da önemlidir oysa
Bir çift gözden mesela
Ve de kimin güzünden
İki damla yaş düştü benden de
Berrak ve tuzlu
Arındım mı,
Duruldum mu,
Kaçabildim mi sanki?

23.01.2011

Elizabethtown


''Bu enfes acının içinde boğulmak için beş dakikan var.Keyfini çıkar,onu kucakla,ondan kurtul...ve yoluna devam et.''

''Birinin vakti zamanında dediği gibi...Başarısızlık ile fiyasko arasında bir fark vardır.Başarısızlık basitçe,başarının olmadığı durumdur.Her budala başarısız olabilir.Ama fiyasko...Fiyasko ise,efsanevi boyutları olan bir felakettir.Fiyasko, başkalarına anlatılan ve...Başlarına gelmediği için insanları mutlu eden...Bir halk hikayesidir.''

''Büyük mü olmak istiyorsun?Büyük bir başarısızlık sonrasında saklanmayacak kadar cesur ol.Neden hala gülümsediğini merak etsinler.Benim için gerçek büyüklük budur.''

''Yarışta Kal.Üzüntü hepsinden kolaydır,çünkü teslim olmuşsundur.Bir elini dilediğince sallayarak dans etmek için...kendine zaman ayır.''

22.01.2011

Keşke

Sen, artık gelsen
Leyleklerle dönen baharın ortasında
Düşsek yine bir tarla kuşunun peşine
Ağıtları yol üstü bir dağa emanet edince
Bir gelincik tarlasına düşse yolumuz
İşte o zaman alı al olur
İbriklerden süzülen türkünün
İşte o zaman moru mor!
Ben bıraksam sonra işimi gücümü
İş dediğim bir limon sandığı
Güç dediğimse içimi dövüp duran dalgaları egenin
Sen de indirsen artık
Yanmaya yüz tutmuş ömrünü ocaktan
Çıkarsan sevdanı doldurduğun kavanozlardan
Ne çok sevda büyüttün raflarda oysa
Ve çıksan hüznün arka kapısından
Gitsek kimselere haber vermeden
Evlerin kirli beyaz sıvaları bir şelale gibi dökülürken
Bir vapur bizi bekliyormuş gibi dursa sahilde
Bir bilet alsak sonra, nereye giderse
Ve takılsak senle peşine bir yunusun
Öylece gitsek peşinden
Alıp başımızı gitmeyi bile unutsak
Şiirler, denizler ve şehirler…
Kaybolsak denizin köpüğünde
Bir kaşığın balın içinde kaybolması gibi
İşte şimdi işim iş!
Güç olansa çok kolay
Yalnız bir telgraf çekelim dalgaların üstünden
Geride bıraktığımız o dağa
Ağıtlar onun olsun artık
İster bir taşa vursun,
İster sele versin

21.01.2011

Tasvire Şayan Çocukluğum IV: İnsan Yaşadığı Yere Benzer

Zamanın evvelinde ediplerden bir edip şöyle demiş:
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Bir dönüşün arifesinde ben de diyorum ki: Rumeli’yim ben. Toprağıyım, suyuyum. Toprağında biten ayçiçeği, suyunda yüzen balığıyım. Ve şimdi köklerimin hala toprağında saklı olduğu Rumeli’ye, su gibi geri dönüyorum. Bir gün seni de alıp götüreceğim, elinden tutup. Nereye gittiğimizi söylemeyeceğim, anlayacaksın heyecanımdan, yüzümdeki çocuksu sevinçten. Sana Rumeli’yi doğduğum köyü anlatacağım, yani beni. Diyeceğim ki:
Ben işte bu köyde doğdum, sakızköy. Adına sakız diyorlar, ben ciklet diyorum. İşte bu yaşadığım ev, gökyüzü çivit mavisine dönerken annemin beni çağıran sesi ve ‘’hayat’’ında yemek yediğimiz ev. İşte bu o dut ağacı, tepesine iki odadan ve tuvaletten oluşan bir ev yaptığımız dut ağacı. Altında nice sevgililer buluşurdu. İşte bu da o sevgilileri izlediğim ahırın çatısı. Güneşin tüm sıcağını çeken, ayaklarımı yakan yine de üzerinde hafiyelikten zevk aldığım o çatı… İşte! Ahırın önündeki yalak; benim serinlemek için içine girdiğim ama yosunlaşan tabanına bastığım gibi toptan baştan aşağı suya gömüldüğüm yalak-annem görse ne yapardı bilemiyorum-. İşte bu da annem den kaçıp elbiselerimi değiştirdiğim kömürlüğümüz. Aynı zamanda bir köşesinde tavşan beslediğim o kömürlük. Sonraları öğrendim dişi tavşan beslemek uğursuzluk getirirmiş. Uğursuzluğu bilmem ama gelincikleri çekerdi. Gelincik nedir bilmezsin belki, karnı doymadıkça ve tatmin olmadıkça bir eve dadanır tavuk, tavşan ne varsa götürür. Tavuk demişken, işte bu da kümesimiz, hemen ahırım önünde… Yeni yeni anlıyorum tavukların niye buraya yumurtlamadıklarını. Son derece pisti ve tavuklar için rahatsız. Benden başka da kimse girmezdi oraya. İşte bu yüzden çocukluğumun çoğunu üç numaraya vurulmuş kafayla geçirdim. Tavuklar da haklı . Ve akıllılardı da ben bir türlü akıllanmadım. İşte bu erik ağacı, yabani erik; babaannemin bizi türlü bahanelerle kandırıp toplattığı erik ağacı… Marmelâdını içerdik kış olduğunda. Her yaz sonunda bir kışlık erzak telaşı kaplardı annemi ve babaannemi. Sadece marmelât olsa iyi; erişte, kuskus, reçel, çeşit çeşit turşu ve konserve. Zaman zaman da sütün fazlasıyla ya tereyağı döverdik ya da peynir yapardık… Şimdilerde bile sadece benim değil kardeşlerimin de dilinden düşmeyen o peynir… Bir de babaannem ekmek attığında fırına değme keyfimize…
Yaz ayları evde böyle geçerdi işte… Dışarıda ise başka güzel… Dışarıda demişken seni bakkal kamber ağanın dükkânına götüreceğim. Diyeceğim ki; işte burası da rahmetli kamber ağanın dükkânıııı. Bize en yakın dükkândı ama içinde çok da bir şey yoktu maalesef. Kamber ağa, rahmetli, diğer açılan bakkalların hızına bir türlü yetişemedi. Toptancılar çok uğramazdı zaten. O her hafta şehre gidip kendi alacağını alır, köye gelirdi. Sırtında bir çuvalla bizim evin önünden geçer bakkala dönerdi. Yine de oraya giderdik genellikle, hemen yanından akıp duran derenin ve bakkalın önünü kaplayan ağaçların bunda payı büyüktü. Serin olurdu hep dükkânın önü. Akranlarımla orda buluşurduk hep. Piknik yapardık o derenin yanında. Basit mütevazı piknikler… Domates salata ve o peynirler… Akranlarımla değilsem abimle balığa giderdim. Seni o dereye de götüreceğim, işte bu da ilk balığımı tuttuğum dere diyeceğim. Sonra sana o balığın renginin ne kadar güzel olduğundan ve büyüklüğünden, onu tutana kadar kaç kurbağa ve kaplumbağa tuttuğumdan bahsedeceğim… Belki balık tutmayı da öğretirim… Oltanın hangi ağaçtan daha iyi yapılacağından, sapanın nasıl ve hangi ağaçtan daha iyi yapılacağından bahsedeceğim. Bir leyleği bir sapanla vurmayacağımı nasıl tecrübe ettiğimden, kabaktan nasıl araba ve halloween yaptığımızdan-bunun halloween olduğunu sonradan öğrenecektim-geceleri düğünlerden dönmekte olan kadınları nasıl korkuttuğumuzdan bahsedeceğim, anneme ve gelen misafirlerin oturması için nasıl iskemle yaptığımı, inekleri nasıl tımarladığımı, ilk başlarda altlarını temizlerkenki tedirginliğimi, bir inekten nasıl süt sağılacağını, bir tavuğun nasıl gorka yattığını ve civcivin yumurtadan çıkışını anlatacağım… İşte diyeceğim… İşte ben, işte Rumeli…

18.01.2011

14.01.2011

Satranç Dersleri

ey aşk
elbet başındasındır bela kitabının
ne çok dilin var
gece ki anlamadı
şu anda
o
ibrahim ve ishak
yargıç yok taşı kim atacak
leyle bilmez mi gerekli olduğunu
diye döğünüp duran
gece ki ey gece
o külli aynalar
seni ararlar
ıssız bir hat fotoğrafından sana çıktım

Kan!

Başım dumanlı
Üstüm başım darmaduman
Göz çukurlarım kandan bir kadeh gibi
Bu akşamüstü
İşte! Baktığım yerin kızıllaştığı
Gökyüzünün kızıllaştığı bir akşamüstü…
Bir köprünün sırtını ezerken ben,
Galata diyelim adına…
Filmlerin kötü adamıyım
Ama kafam nasıl iyi bir bilsen
Usul usul üstlerine döküldüğüm dudaklar
Ağır ağır geçtiğim bu köprü…
Yıkıntıların arasından dirilen bu şehir…
Benden kaçan bu sokak lambaları…
Tekmili birden, illa ki; kan!
Ve halicinde bu şehrin
Bir balığın yırtılmış ağzı…
Her şeyin sonuna kadar akan kan!

12.01.2011

Nick Cave & The Bad Seeds - Into My Arms

Mahyalar

Tutturmuşum sevdamı
İmanımın iki şerefesinin arasına
Bir mahya gibi
Simsiyah çöken geceye inat
Yağan yağmura inat
Sönecek sanırsın yandığı yerlerinden
Sandıkça daha çok yanar
Yandıkça görürsün ki;
Usulca süzülen yağmur değil
Matemdir, gecenin kirpiklerinden
Gece ağladıkça ben ağlarım
Gece bitkin düştüğünde ağlamaktan
Saba makamında bir seda duyulur
İç çeker gibi…
Bilirim yeni bir gün kapıyı çalan
Gönülde senli bir güne başlamanın heyecanı
Aklanıp paklanıp sana gelirim
Koşarım belki ama
Ben bir tek sana geldiğimi bilirim, nasılını değil
Tam da mahyaların önündeyim işte.
Yüzümde parıldayan bir nazar
Adını zikrederim
Belki milyon kere ama
Ben bir tek adını bilirim, defasını değil
Böyle başlarım her güne
Yeter ki yansın mahyalar
Bu koca şehri yakar gibi

9.01.2011

Gidelim

Kendimi senden azat ettiğim gündür bugün
Güya çok sevilmişim
Mahpus olduğu için şiirler yazmış bu sefil
Nafile bir zamanın tam ortasındayım şimdi
Gövdemi dünyaya bulayacağımın evvelindeyim
Yârin avlusunda voltaya alışmış bir kere ayaklar
Gözü arkada kalan adımlarımda tozuyan haykırışlar…
Neresi paklasın beni, hangi iklim, hangi coğrafya
Öptüğün yerlerimi kara çıbanlara bırakıyorum artık
İçtiğim tütünün birazını da yaralarıma bastırıyorum
Acıdan nefesim kesiliyor
Soluksuz bir nefret içimde, omzunu öpüyorum
Ve ağzımdan bir barut kokusu yayılıyor
Mühürlüyorum sonra dudaklarımı, gençliğimle
Taptaze yaşlandığım gündür bugün
Saçlarım tozlu, benzim sarı, bakışım kara
Cildim kırışık mahpusluktan
Madem doğrulanmıyor, aklanmıyor aşklar yatmakla
Gidelim…
İçimde bir bahar günü voltaya durmuş bir dünya…