2.09.2010

Tasvire Şayan Çocukluğum I: Evim Evim Güzel Evim

Daha önce de yazdığım bir yazımda ufak da olsa küçük bir yolculuk yapmıştım çocukluğuma ama bugün gerçek bir yolculuk yaptık. İçinde bulunduğumuz ramazan ayı nedeniyle amcamın verdiği iftar yemeğine gitmek şartıyla oldu bu yolculuk. Amcamın eviyle şu an kendisinden pek eser kalmayan eski evimiz aynı bahçedeydi bir zamanlar. Bir zamanların o kerpiç evi yere uzanmış dinleniyor gibi. Zamanını doldurmuş, epeyce yorulmuş olsa da mağrur mağrur yatmakta yerde. Kalk desem kalkacak mıydı? Kalk demedim ama onu yine ayakta beni buyur ederken buldum. Buyurdum. Çocuk oldum yine ve tabi hatırlalar çıkartma yaptı yüreğime, mağlup olup düşüverecektim ki olduğum yere buyur etti beni eskiden ‘’babaannemin evi’’dediğimiz odaya. Çok odası yoktu ama biz tüm odalara ev derdik; babaannemin odası da babaannemin yaşadığı odaydı işte. Bir divan vardı köşede. Divanın başucu odadaki iki camdan birinin önündeydi. Diğer camın önündeyse gri bir çekyat vardı. Geceleri ağabeyimle benim yatağım olurdu bu çekyat, ne de yumuşacıktı. Cam kenarında hep ben uyurdum. Uyuyana kadar yıldızları seyrederdim çünkü. Yerime ağabeyimi eze eze geçtiğimi unutmam. Ve tam yatmadan annemden su istediğim çoğu akşamı da. Konuşurduk ağabeyimle ne var ne yok, gündüz ne oldu olmadı ya da hayalini kurardık birtakım şeylerin. Aklımda kalan en vurucu örnekler köyde olup ta mahrum kaldığımız yiyecekler olurdu genellikle; çokella mesela. Mis gibi taze inek sütü, ağabeyimle samanlıkta balyaların arasında aradığımız bulunca da sevinçten çıldırdığımız ve kendi ellerimizle topladığımız yumurtalar, İsmail ağabeyin sucukları, babaannemin yaptığı köy peynirleri ve el yapımı tereyağları. Kahvaltılarımızı bunlarla geçiştirirdik ama bir tek şokella yoktu. 
Yumurta toplama işini ben üstlenirdim genelde; zevkliydi çünkü oyuna dönüştürmüştük bir nevi, kolay değildi tavukların nereye yumurta yapacağını kestirmek. Kümesimiz de vardı ama pisliğinden olacak tavuklar samanlığı tercih ediyorlardı. En az yumurta kadar diğerlerinin de bir anısı var elbet. Fırın evinde yapılan peynirler. Ne heyecanlı olurdu onları sıkmaya bırakmak, kalıba sokmak sonrada beklemek. Her peynir yapıldığında da annem bir güzel yoğurup sıcak ekmek yapardı. Beş tepsi yapılırdı her defasında. Fırını harlamak babaannemin göreviydi. Sacayaklarını ayarlamak ve gündöndü sapı getirmekse benim. Ve fırına sürerdik beş ekmeği. Belki çok iyi ifade edememişimdir ama bu ekmek günleri çok önemliydi bizim için. Ekmeğin en tazesi o gün olurdu. Bilenler bilir köy ekmeği çabuk bayatlar. Her gün de yapılamayacağı için bayatlardı tabi o beş tava ekmek. Gün be gün bizde iştahsızlık baş gösterirdi. Ekmeklerin bittiği son günse hiç ekmek yemezdik nerdeyse. Sonraki gün ekmek yapılınca kıtlıktan çıkmışçasına saldırırdık fırından yeni çıkmış dumanı üstünde ekmeklere. Ekmeğin üstünde eriyen tereyağını da nasıl unutulur. Arada salçada eşlik ederdi tereyağına. Tam bir şenlik havası. Tereyağına gelince, bazen süt fazlası olunca sütçüye götürmezdik ve ayran yapardık o kadar da ayran içilmez tabi. Napalım derken yayık ve tokmak çıkardı ortaya. Nedendir bilmem hep elime tutuştururdu babaannem tokmağı,’’al bakalım kuvvetli kuvvetli döv ayranı’’. Kuvvet sözcüğü gaza gelmeme yetip de artarmış belli ki. Yağ alınırdı üstünden ve ayrılırdı yağsız kalmış ayrandan. Düşününce insanın emek verdiği şeyi yerken aldığı zevk ve mutluluk hiçbir yerde yok gibi.
Şimdi tekrar babaannemin evine gidelim. Kahvaltının dışında öğlen yemeklerini de burada odanın orta yerine kurduğumuz yer sofrasında yerdik. Okuldan eve geldiğimde sofra zaten kurulmuş olurdu. Tam tekmil kurulmuş oluncaya kadar da önlüğümün altından göbeğimi çıkartıp kendimi yüzükoyun divana atardım. Komik, saçma belki ama göbeğimde duyduğum o serinlik duygusu başkaydı. Öğle yemeğinde genellikle babaannemin en iyi yaptığı ikinci yemek; yeşil mercimek konulurdu önümüze. Bıkmak üzereyken annem yetişirdi imdada. Annemin tarlaya gitmeyip evde kaldığı günler şanslı hissederdik kendimizi. Oda da eski ve küçük bir soba vardı bir de. abimin banyo yaptıktan sonra kurulanayım diye yaklaşıp göbeğini yaktığı soba. Bu sobanın yakmak ve ısıtmaktan başka bir fonksiyonu daha vardı ki oda tabiî ki kızarmış ekmekler. Bu kızarmış ekmekler de genelde hafta sonları ya da okula gitmediğimiz zamanlar yapılırdı. Kar yağıp da tatil olunca mesela. Kızarmış ekmeklerle başlanan güne dersin olmayışı, diz boyuna gelen kar ve içine saman doldurup yaptığımız kaydıraklar da sırasıyla eklenince bizden mutlusu olmazdı. Bu odayı biraz daha tasvir etmek istiyorum. Karşılıklı iki duvarda uzanan raflar üstündeki envai çeşit ilaç birkaç mum, iğne iplik ve metalden bir saat bu odanın demirbaşı sayılırdı. Basmadan yapılma perdeler ve halının altındaki hasır, divanın altındaki çamaşır dolu sepetler ve aralara sokulmuş kalıp sabunlar… Bunlar da olmazsa olmazlardandı tabi.
Şimdiyse başka bir eve yani ‘’ortadaki ev’’e geçelim. Bu oda diğer iki odanın ortasındaydı ve babamın ve annemin şahsi odasıydı. Bir yüklük, bir yatak ve bir gardırop vardı. Çok bir anım yoktu doğal olarak bu odada. Yine de bu oda tavandaki avizeyle diğerlerinden ayrılırdı. Şekil verilmiş cam çubuklardan yapılmıştı bu avize. Bazen bu cam parçaları çıkarıp alırdım ne akla hizmetse. Annem mamak kalan avizeyi fark ettiğinde bu kaçamağı da geride bırakmış olacaktık. Bu odaya ait aklımda kalan diğer bir görüntü yatağın altında babamın askerden anneme gönderdiği mektuplarla dolu çantadır. Özel mözel dinlemeyip canımız sıkıldığında son çare bunları okumak olurdu. Evde zaten okunacak ole çok fazla şey yoktu. Sonraları Redkit, Demir Bilek gibi çizgi romanlar ve bazı öykü kitapları girdi de mektuplar rahat bir nefes almış oldu.
Ortadaki evi terk edip hemen yanındaki odanın tahta kapısını aralıyorum. Buraya ‘’televizyonlu ev’’derdik. Neden olduğunu açıklamama gerek yok sanırım. Bu oda da teknolojik açıdan diğerlerin arasından sıyrılıverirdi. Tabi bir de yeni çekyatlar, ortadaki ahşap sehpalar, onların üstünde annemin çeyizinden kalma örtüleri ve daha üstündeki küllükler. Televizyonsa sürmeli bir vitrindeydi. Vitrinin al kısmında da babamın zamanında getirmiş olduğu envai çeşit cam eşya fincanlar ve bardaklar… Tabi bunlar ağabeymin daha bebekken vitrini devirdiğinden geriye kalan eksik takım eşyalar. Dünyayla ilk bağlantıyı bu odadaki philips marka renkli ekran televizyondan kurduk. İlk çizgi filmimi(arı maya)de bu televizyondan izledim. Bunların yanında annemin izlediği pembe dizi… Adını bilmiyorum ama araştırırsam bulurum sanırım. İki kız vardı dizi de ikiz kardeşti bunlar ama biri kötü biri iyiydi ve kötü olanda maske vardı. Annem bizi bile unuturdu bu dizi başladığında. Babaannemin evine yatmaya gitmeden önce burada vakit geçirirdik. Burada da bir soba vardı diğerinden daha hallice. İşte benim arkasına serilmiş döşekte suluboya çalıştığım soba bu sobadır. Yine bu sobanın hemen yanı başında küçükken annem bizi yıkardı bir güzel leğen içinde,yine sobada ısınmış sularla. Bu banyo gecelerinin sabahında okulun olması mı daha çok sıkardı canımızı bizi yoksa annemin bizi hatır hatır çitilemesi mi bilemiyorum. Bu odaya dair bir şey daha söylenmeli annem bu haneye gelin gelmeden önce babaannemin dediğine göre burası eskiden ‘’mandaların evi’’ imiş. Evet, zamanında mandalar barınırmış bu odada
Tüm odaları da anlattıktan sonra tüm bu odaları birbirine bağlayan ‘’hayat’’ tan bahsetmek istiyorum. Hayat dediğimiz bildiğimiz salondu. Salonun bir ucunda bir divan bir ucunda da mutfak vardı. Salonda bazense masa olurdu. Altında çocukluğumun geçtiği kendime ait bir dünya yarattığım masa. Hayat’ın camları ‘’avulluk’’a bakardı. Avulluk dediğimiz de bahçe oluyor. Her iki camın önünde de çiçek açmaya başlamış iki erguvan fidanı vardı. Bu fidanlar şimdilerde yıkılmış evin yerini bizlere hatırlatan tek şey. Dediğim gibi hayat doğrudan bahçeye açıldığından, hayattın da olmazsa olmazları sineklerdi. Yine annem günlük ev işlerinden sonra eline bir havlu alır onları dışarı savardı. Vurmayla bitecek gibi değildiler. Zaman zaman ben de nasibimi alırdım bu işten. Tek bir sinek kalmayıncaya kadar annem beni alıkoyardı. Bir diğer ayrıntı da hayattaki lavaboydu. Gülünçtü bu lavabo. Zamanla içeriye su tesisatı getirilir diye kurulmuştu bu lavabo ama su evin içine girmedi. Annemin içinde kalan ukdelerden sadece bir tanesidir bu. İçerde belki su yoktu ama bir çamaşır makinesi vardı. Eve girişini pek hatırlamadığım, suyunu elle doldurduğumuz ve bir hortum sayesinde bahsettiğim lavaboya boşalttığımız mavi bir merdaneli çamaşır makinesi. Annem bazen beni merdanenin karşısından çıkan çamaşırın yere düşmemesi için de beni görevlendirirdi. Diğer bir anıysa hayatta bir kahvaltı kurulduğu sırada ağabeyimle balonla oynarken kaynar çayı ayağımla devirmiş olmamdı. Hala izi vardır sağ ayağımda ve bu belki de o evden kalan tek somut iz.
Ve evimizin son bölmesi; mutfak… Çok bir şey yoktu mutfakta. Sadece tahtadan yapılma, içinde tabak çanağın bulunduğu iki dolap. Vita marka margarinler saklanırdı bu dolaplarda. beko marka ocaklı bir fırın ve aeg marka bir buzdolabı. İlk yemek yapmaya burada başladım. Peynirli omlet yapacağım derken peynirleri yakmıştım. Yaşım kaçtı bilemiyorum. Yine burada ağabeyimle karpuz yerken gülme krizine yakalanmıştık. Sucuğun yerini adım gibi bilirdim annem olmadığı zamanlar mutfakta alırdım soluğu. Değişik yiyecekleri aynı anda ağzıma atmayı denerdim. Bunlardan birinin midemi bulandırdığını şimdi bile hatırlıyorum.
Şimdi birazda dışarı çıkalım; bahsettiğim peynirleri ve ekmekleri yaptığımız eski fırın evinden ve fırından hiçbir eser yok şimdi. Zamana ilk yenik düşen onlar olmuştu. Bu fırın evinde geçen en güzel anım ise şöyle; yukarda babaannemin en iyi yaptığı ikinci yemeğin yeşil mercimek olduğunu söylemiştim. İlkiyse ‘’karma’’dediğimiz taze soğanın ve ıspanağın unla karılmasıyla kapılan sebze köftesi gibi ama şekil verilmeden, tavaya yayılarak yapılan yemekti. Anlatırken kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir lezzetti. Peçkada ateşle yapılması da ayrı bir lezzet katardı. Babaannem her karma yapışında ikizim ve ben pusuya yatar babaannemin karmayı peçkaya koyuşunu bekler ve en küçük hareketini dahi gözlerdik. Ellerini yıkamaya ya da içerden bir şey almaya gittiğinde koşa koşa fırın evine koşup tırtıklamaya başlardık ucundan köşesinden. Sonra dediğim gibi şekli olmayan bir yemek olduğundan tavada açtığımız boşlukları kapatırdık. Çocukça bir adrenalin işte.yakaladığım da oldu elbet.
Babaannem: noldu be kızanım neye beklersin burada.
Ben: hiç babaanne çalı sürdüm altına, altında ateş kalmamış da.
Güzeldi bre.
Bahçemiz büyüktü her köy evinde olduğu gibi. Bahçe sınırları içinde fırın evinden ve evimizden hariç bir kömürlük bir samanlık ve bir ahır ve kümes vardı. kerpiçden yapılma kömürlük ve derme çatma olan kümes de ilk yıkılanlardan. Tavuklara bile hayrı olmayan kümese çok uğramazdım. Yalnız civciv çıkartırdık yumurtalardan onu hatırlıyorum. Tavuk gorkladığında yumurtalar karalanıp altına sürülür yumurtanın sıcaklığını korumak için. Bu yumurtalar kedilerin ulaşamayacağı yüksek bir yere konurdu. Sonrada beklerdik civcivlerin çıkışını. Kömürlükle işim olurdu biraz. Kömürlükte odun kömürün haricinde tavuklar için sakladığımız buğdayın saklandığı kerpiçle sınırlandırılmış bir bölme vardı. Babaannem kendisine ziyarete gelenlerin getirdiği meyve sebzeyi hep bu buğday içine saklardı. Bunu da keşfettik olduk tabiî ki zamanla, mükâfatımızsa elma armut ayva oldu. O kadar buğdayın içinde onları bulmak zordu ne de olsa. Ahır ve samanlık betonarme yapılar olduğundan hala ayaktalar eskimeye yüz tutmuş olsalar da. Ahırın üç bölmesinden birinde danalar birinde inekler birinde de yemler vardı. Boğalardan korkardım ama inekleri bizden biriymiş gibi severdim. Hepsi de kız gibi güzeldi. Birçoğunun doğumuna şahit olduk. Buzağının ne zaman geleceği belli olmazdı. Gece vakti geldiyse ve bana haber vermedilerse çok kızardım. Bir canlının doğumunu izlemek, o canlının titrek bacaklarına rağmen hayatta kalmaya çalışmasına nefes almasına ve anne ile yavrunun arasındaki o kutsal bağa şahit olmak çocuk bile olsanız büyüleyiciydi çünkü. Doğum gerçekleştikten sonra annenin onu yalamasını izlerdim. Artık aileden biri de olduklarına göre isim verme faslına geçerdik, ailede herkes isim koymuştur herhalde, babam abim annem. Ben koydum mu bilemiyorum, küçüktüm daha ama isimleri hatırlıyorum; ipek, oya, canan ve diğerleri. Doğumu izlememiş bile olsam buzağıları emzirmek bana düşerdi. Annesinin sütüyle doldurduğumuz biberonu ağzına tıkmak daha doğrusu ağzında devamlı tutmak zor olurdu. Emzik emme alışkanlığı yoktu ne de olsa. Bazen parmaklarımı bile emerdi emzik niyetine. O küçücük hayvanın ıslak diline elimle dokunduğumda, elimi emdiğinde aldığım o gıdık duygusunu nasıl anlatabilirim? Anneleriyle de ilgilenirdim zaman zaman. Bir ara annem süt sağmayı da öğretmişti ama sağım makinesi alınca bunu kullanmayı öğrendim. Evde abim ya da babam yoksa öğlenleri hayvanların altlarını sürgüyle ben temizler, önlerine yemlerini ben koyardım. Bazense bir fırçayla tımarlardım kızları. Yine saçma gelebilir ama bazen hangi hayvan daha çok işedi hangisi daha çok yaptı diye başlarında beklerdik kızların her şaşırtıcı hamlesine ‘’uuuu, waawwww, ohaaaa, gördün mü’’diye refleksler verirdik. Utanma duygusu var mıydı kızların bilmiyorum ama varsa çok utanmışlardır o zamanlar… Ahırın çatısından da bahsetmek lazım, dut ağacının dallarlı çatıya uzanırdı o vakitler. Çatıya çıkar, olmuş olmamış dinlemeden dut yerdim. Bazense detektifliğe soyunurdum. Elimde dutlarla evin sokağa bakan köşesinde yer alan dutun altına oturup flört etmeye çalışan gençleri izlerdim nefes bile almadan. Sinema-patlamış mısır ikilisini kendime göre uyarlamıştım. Bir keresinde de yine çatıya çıkmıştım ama korkudan; elindeki gerilmiş sapan elimden kayıp babaannemin gözünde çaklayınca. Çok korkmuştum annemin vereceği tepkiden yani yiyeceğim dayaktan. Saatlerce o sıcaklarda ahırın çatısında oturunca kızamadılar bile acıdılar ancak. Sonra babaannemin de iyi olduğunu anlayınca ve annemin de acıma duygusu ağır basınca indim.
Bahçede bir dut ağacı ve yabani erik ağacı vardı. Dutlar olduğunda bir çarşaf gerer toplardık hepsini. Eriklerdense marmelât ya da kak yapılırdı. Aynı ağaçlarlın altında, ellerimizle topladığımız sarımsakları ve soğanları örerdik kışa saklamak için. Şimdi yerlerinde yeller esiyor hepsinin. Odun niyetine kesilip yakılmış. Yalnız biri hala ayakta. Ağaç evi yaptığımız ve gençlerin altında flört ettiği o kocaman dut ağacı. Binmekte zorlandığım inerken daha çok zorlandığım iki odalı o ağaç evi. Ağaç evi artık olmasa da, ağaç tüm yaşananların nişanesi olarak hala ayakta.
İşte bu kadar. Bu kadar değildi aslında bir zamanlar. Unutulan birçoğunun arasından bunları son anda kurtarmış gibiyim. Kurtarılan bu kadar uzunca tasvir edilen çocukluğum aslınsa. Bu kadarını yazmayı borç bildim o küçücük çocuğa ve tasvire şayan çocukluğuma…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder