Ankara denen bu şehirde
Yıllardan 2010,akşamlardan en huzurlusu
Eskisi gibi bloğuma uğrayamıyorum, malumunuz sonunda dersler başladı. henuz derslerimin yarısını alamamış olsam da… Neyse aslında bloğuma eskisi gibi uğrayamam kendime de uzak kalışım demek bir nevi -bunun da farkındayım-. Çünkü ders çalışmalıyım, teknik seçmeli almalıyım, bir şey ‘’design’’ etmeliyim, kısacası zorlamalıyım kendimi istemediğim şeyleri yapmak için. En sonunda da kimsenin yeniden dizayn edemediğini bir sistemin en ortasında sıradan bir parça olmalıyım. Çark dönmeli ne de olsa. Çark döne dursun da ne çok şey ezilip yitiyor bu çarkın dişlileri arasında. Unufak olup tozumakta burnumuzun dibinden.
Çark henüz her şeyi toz duman etmemişken, ortalığı toza dumana katmamışken kendimi bir pazaryerinde buluverdim. Yanımda kadim. Görücüye çıkmış envai çeşit sebze meyve… Ayaş güzeli domatesler, mübarek misk-i amber misali kavunlar, yeşili yeşil bahar kokuşlu otlar. Dalından koparılmış şeftaliler, vakti gelmiş mandalinalar, salkım salkım üzümler. Ve her birini uzatan, sunan, dizen o eller… Ekmeğinin derdine düşüp kendi terinde boğulmaya dünden hazır ve nazır insanlar. Kimisi hayatının baharında kimi kendi yokluğunun arifesinde ,yoklukla yoksullukla boğuşup durmakta. Zamanın yüzünde açtığı derin yarıklarda alın teri usulca seyrediyor gibi. Ve her birinde eve ekmek götürme endişesi ve talaşı ‘’gel abi Ayaş domatesidir’’, ’’kaç kilo vereyim abi’’…derken, daha doğrusu denilirken’’kavunun böylesi zor bulunur’’,diyen ağabeyin de ısrarıyla elimizde bir parça kavunu kemirirken ayrılıyoruz kavun tezgâhından. O ne koku, o ne lezzet… ‘’ Al dene abi almasan da olur’’ diyen bir ağabeyin tezgâhından da bir kilo mandalina alıyoruz, bir de ucuz diye bir kilo üzüm. Salkımdan bir kaç tane tadıyorum tozlu kirli demeden, kadimin uyarmasına aldırmadan. Mandalinadan yemiyoruz şimdilik. Onlar hasta ziyareti için. Onlar da bir o kadar lezzetlidir diye umuyoruz.
Tezgâhların arasından çıkışa doğru seğirmişken ezilmiş, çürümüş, sonunda atılmış meyveler, sebzeler gözüme takıldı. İçimden dedim ki’’dünya bir pazaryeri’’. En az ölüm ve yaşam kadar keskin bu tezat düşündürdü beni uzunca süre. Dünya da bu pazaryeri gibi işte; bir yanı bahar kokar ıtır ıtır, bir yanı çürük kokusu. Bir yanda renk renk meyve, sebze diğer yanda vakti geçirilmiş, şu ahir zamanda görüp geçireceğini çoktan bitirmiş, çoktan pazarın çıkışında dikkate şayan olmayan bir köşeye layık görülmüş, atılmış, ezilmiş olanları. Bazen satıcının dikkatinden kaçmış, çürümeye mahkûm edilmiş, bazense alıcısı bulunmamış, kimiyse daha dalından koparılmadan ıskartaya ayrılmış… Özenle yetiştirip sunduğumuz her bir şeyin- ister bu bir mandalina olsun, ister kabak, ister salatalık. İster adına sevgi diyelim, ister aşk. Dostluk olsun ya da mutluluk-bir alıcısı vardır dostlar, her biri emek ister bilirim. Bu yüzden ucuz olmasın hiç biri ama biz ucuza verelim kendi rızamızla. Zamanı geçmeden, dalında solmadan bir köşeye atılıp unutulmadan… Alan da veren de insanoğlu işte. Ne biz azıksız kalalım ne de veren aç.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder