Bir çocuk tanırdım çok eskiden. Gün doğduktan hemen sonra bir tarla kuşunun rebap makamında sesiyle uyanırdı. Önce yaratıp sonra geceleri gömdüğü hayallerini topraktan çıkarma vaktiydi şimdi. Kalkıp elini yüzünü yıkar, üstünü başını giyinir, terliklerini ayağına geçirir, boyuna göre olan çapasını omzuna vurup tarlanın yolunu tutardı. Yolun yarısına geldiğinde sabahki tarla kuşu karşılardı bizimkini. Çocuk güneşten korunmak için kısarak gözlerini ve başını kuştan yöne çevirip:
-cik cik
-cik cik
Selamlaşma faslı bittikten sonra, yolun kalan kısmını da beraber yürürlerdi. Hoplaya zıplaya, terlikleri ayağından çıka çıka, ayaklarına taş bata bata… Çocuk kuş gibi uçardı havalarda, kuşsa çocuk olurdu. Şu tepeyi aştıktan sonra, bir çeşme görünürdü. Oraya vardıklarında tarlaya yaklaşmış demekti. Ama önce biraz çeşmenin serin suyundan bir avuç alır, susuzluğunu şımartırdı. Bu esnada kuş da çeşmenin taşına konmuş, başını suya sokup sokup serinleme derdinde. Uzun yolun yorgunluğunu bir nebze attıktan sonra, yolun kısa olan kısmını tamamlamak üzere yine yola koyulurlardı. Yolun kenarındaki yılan deliklerinden biraz ürkerek, bacaklarını dikenlerden koruyarak, tavşan gördüklerinde kendilerini şanslı sayarak, gelinciklerin kırmızılığına şaşırarak yola devam ederlerdi. Dereyi, daha doğrusu dereyi görünmez kılan etrafındaki ağaçları gördükten sonra artık yaklaştıklarını anlarlardı. Tarla nehrin diğer yakasındaydı. Köprüden geçmek zorundaydılar. Köprü cennet kapılarının açıldığı yerdi onun için ve hayallerini gün ışığına çıkaracağı yer az ötedeydi. Ama öncesinde köprünün kenarına oturup balıkları izlememek olmazdı. Zaten yol boyu peşlerini bırakmayan amansız güneş bir tek burada mola verirdi. Azıcık balıklarla da gönlünü şımarttıktan sonra tekrar yola koyulurdu. Buradan sonra daha farklıydı her şey. Gündöndüler daha sarı, gelincikler daha kırmızı. Gölgesi daha cömert, güneşi daha insaflıydı burasının… Boyunca gündöndülerin arasından kendi tarlasını bulurdu. Tarlaya vardığında, işe koyulmadan önce dinlenirdi toprak ananın dizine uzanıp. Uyuduğu da olurdu zaman zaman. İşte hayalleri gün ışığındaydı şimdi. İstediğini düşünebilir, kurabilirdi. Her şey serbestti artık. Gelinciklerle, gündöndülerle, morlu mavili kır çiçekleriyle konuştu. Böceklerle kovalamaca oynadı. Gluver oluverdi birden. Sonra konuştu onlarla.,kendinden bahsetti onlara,şimdiye kadar masallarda duyduğu kahramanlara aynı masalları anlattı. ‘‘Siz böyle misiniz gerçekten? , böyle mi yer böyle mi konuşursunuz? , yerde misiniz? , gökte misiniz? ’’ der ve eklerdi ‘‘ Peki siz beni hiç bilir misiniz? ’’.rüyasından gerçek dünyadan bir sesle uyandı: ‘’ hadi oğlum, akşam olacak bak şimdi ‘’. Toprak ananın dizinden kalkıp annesinin dizinin dibine giderdi gönülsüzce. Çıkınını açar, içinden bir avuç arpacık soğanını çıkarıp annesinin açtığı çukurlara sokuverirdi birer ikişer. Ektiği soğan değil umuduydu. O küçücük umut günü geldiğinde büyüyecek kocaman olacaktı. Zamanla yeşerecek, tohum verecekti… Öyle de olurdu…
İşte ben böyle bir çocuk tanırdım, okuyucu. Hayallerini topraktan çıkaran, umutlarını yeşermesi için yine aynı toprağa veren bir çocuk…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder